Eleştiri
The Old Man & the Gun
A Ghost Story adındaki Tumblr virali haricinde klasik Hollywood’a selam verdiği yapımlarla dolu şahane bir kariyer inşa eden David Lowery, Robert Redford’un perdeye yaptığı resmî vedanın da maestroluğunu üstlenmiş. Redford’un poster çocuğu olduğu altmışlar ve yetmişlerin sinemadaki görsel ahlakına atıflarla dolu The Old Man & the Gun, aktörün filmografisindeki taşyapıtlardan Butch Cassidy and the Sundance Kid ve The Sting’e göz kırpan bir sinefil rüyası aynı zamanda. Nostaljik değerinin yarattığı eşsiz cazibe ile bu jübilede sürekli yakındığımız endüstrinin geçmişine duyduğumuz özlem yakıt olarak kullanılıyor. Film, gazeteci David Grann’in 2003 yılında New Yorker’da yayımlanan bir makalesinden uyarlama. Forrest Tucker adında, yetmiş yaşına gelmiş ve ömrüne sayısız soygun sığdırmış bir adamın öyküsü anlatılmakta. Yalnız gerçekler biraz da oyunculuktan emekli olan Redford’un canlandırdığı karakterlere yediriliyor. Dolayısıyla o klasikleşmiş biyografilerden birini izlemek yerine, efsanevi aktörün altın çağını ve sinemanın dününden bugününe suç filmlerini de kutlamaya koyuluyor Lowery. Daniel Hart’ın her ana uyan ezgileriyle, kimse eline tefi alıp dans etmese de jazz’ın gücünden olsa gerek, bir taraftan da müzikal gibi hissettiren The Old Man & the Gun’ın iki usta oyuncunun kalplere dokunacak performanslar sunmasıyla da katmerlendiği kesin. Büyüleyen ihtiyar Redford’un o kibar soyguncu olarak muhattap olduğu veznedarlar, banka müdürleri ve türlü tanık mağdurda yarattı tesir seyirciye de geçiyor. Son valsinde ona eşlik eden Sissy Spacek’ın da arta kalır tarafı yok. Bir anlamda izleyicinin kendini yerine koyabildiği karakter bir de Spacek. Forrest’a duyduğu hislere ister istemez siz de tutunuyor, ekranı paylaştığı adamın tartışılmaz şeytan tüyüyle bildiklerinizi unutuyorsunuz. Kabul, daha evvel 2000 sonrası Redford’un bir hayranı olmadığımı dile getirmiştim. Ancak The Old Man & the Gun’ın hangi yılda olduğumuzu unutturan sihiri tam da sinemaya ait bir şey işte. Öyle bir hipnoz ki bu, kim olduğunu, ne istediğini, neye ihtiyaç duyduğunu yeniden öğretiyor insana. Belki biçim olarak Lowery’nin masaya getirdiği yeni bir şey yok. Öyle ki Casey Affleck’li sahnelerle sarkma yapıp, kusursuz güftesine ihanet de ediyor yer yer. Fakat benzerine sıklıkla rastladığımız öyküsündeki samimiyetin gücü tartışılabilecek gibi değil. En azından hikâye anlatma sanatının bu formuna gönül verenleri, karakter çalışmalarının her bir ayrıntısını düşünülmüş eylemlerle buluşturulduğu döneme ve sonrasına ilgi duyanları davet ettiği kovalamaca kalbinizin daha hızlı atmasına sebep olacak bambaşka bir heyecan barındırıyor, bunu söyleyebiliyorum. Ölçülü ahlaksızlıkları, güneye ait Amerikan arketipine yer veriş şekli, ılık bir meltem diye ifade edecek kadar duygusallaştıran melankolisiyle The Old Man & the Gun ihtiyaç duyduğunuz, ama bunun farkına varmadığınız film. Hiç olmazsa benim için durum bu, itiraf edeyim. Her gün bir adım daha uzaklaştığımız o geçmişe ve sevgiyle kucakladığı sinemanın geleceğine dair daha naif bir anlatı var diyen varsa, dinliyorum.
Fesat Mukayese: The Old Man & the Gun > Sözde sinema aşkıyla yanıp tutuşan tüm Hollywood çöpleri