Eleştiri
Velvet Buzzsaw
Sundance’teki prömiyerinin ardından Velvet Buzzsaw ile kısa bir süre içerisinde Netflix’te buluşma şansı yakaladık ama araya Oscar sezonu girdiği için üzerine ahkam kesecek vakti bir türlü yaratamadım. Bugün artık hem geç kalmış izlenimlerimi bildireyim, hem de 2019 sinema yılını tam anlamıyla açayım istiyorum. Malum, önümde önceki takvim yılından bir sorumluluk kalmadı ne de olsa. Sağ ayakla giriş yaptığımız yeni sezondaki ilk konuğumuz, Nightcrawler’da kapitalizmin görsel basına tesirini en çiğ formuyla inceleyen Dan Gilroy’un imzasını taşımakta. Bu sefer sanat dünyasına ve kendi eko çemberinde üreten ile üretimi değerlendirenin arasındaki nefis ilişkiye (Yoksa ilişkimsiye mi demeliyim?) merak salmış. Sermayenin kâr ettiği yeni düzende paraya sahip olarak ya da yön vererek düdükle oynayanın kendini Tanrı zannettiği bir gerçeklik uzunca bir süredir varlığını sürdürmekte. Herkesin birbirinden daha itibarlı bir eylem işliyormuşçasına verdiği savaşın arkasındaki materyalist motivasyonlar varlığını ilk izlenimde pek belli etmiyor olsa da ufak nüanslar sayesinde gün yüzü görüyor. İşte bunlardan da öte bizi hissizleştiren yeni dünya düzeninin hem bireyi kendi egosunun yarattığı kuyularda ipsiz bırakana ağıt, hem de bu varlığına teslim olduğumuz ifade biçimlerinin ticaretle kesiştiği noktada dürüstlüğünü kaybettiğine dair bir gözlem Velvet Buzzsaw. Camp addedilebilecekten aldığı güç ile hicivin âlâsını eyliyor ve tüm bu süreçte “Aman ben kimim ki zaten?” diye sayıklayarak hangi tarafta durduğuna dair mesajını da olabildiğince flu tutuyor. Bu sayfalarda mukayese eleştirmenliğinden nemalanmamaya gayret ediyor olsam da ister istemez yakın tarihte izlediğimiz The Square’i hatırlattı bana Velvet Buzzsaw. İki film arasındaki en büyük fark, Östlund’un sanat kisvesi altında vuku bulan her şeyin elzemliğine can-ı gönülden inanışı. Dan Gilroy ise maskeleri indirip ahmakça bir döngüde birbirimize muamele çektiğimizi söylüyor. Yalnız size servis ettiğim kadar yetkin bir dili olduğunu da iddia edemiyorum. Meselesini toparlamak mecburiyetinde kaldığı anda korku türünün temel özelliklerinden yararlanan tekst cılızlaşıyor ve birkaç katman aşağıya gizlediği mesajlar bir anda kör kör gözüm parmağına silüetlere bürünüyor. Öyle ki para faktörünü aradan çıkarınca sanatın kademe atladığına işaret edişinde, Netflix gibi bir platform üzerinden bu çığırtkanlığı yapıyor olmasını da hesaba katarsanız, bir şeyler oturmuyor sanki yerine. Kölesi olduğumuz sistemi tokatlamakla ilgili bir sıkıntım yok. Ama neredeyse tamamı ana akımın içerisinde yüzen bir anlatıda madde ile ilgili olana çıkardığı isyan bayrağını pek samimi bulmadım. Bütün şikayetlerime rağmen Jake Gyllenhaal’u üzerinde sadece bir dizüstü bilgisayar var iken görmenin verdiği haz, Rene Russo’yu eşinin filminde olsa bile dişe dokunur karakterlerde izliyor olmanın getirdiği keyif ve tabii Dan Gilroy’un üzerine biraz daha kafa patlatması hâlinde bir başyapıt üretebilecek potansiyele sahip olduğunu bilmek yeterli geliyor. Kalan pasaklılığa göz yumduracak kadar ederi var desem yeter.