Eleştiri
Isn’t It Romantic
Netflix bünyesinde izleyiciyle buluşmuş Isn’t It Romantic, romantik komedi türünün ezber ettiğimiz bütün klişelerine dikkat çekip türün zayıf taraflarını öne çıkaran, ama bir taraftan da bu başlığın parçası olmaktan çekinmeyen bir film. Hikâye küçük yaşta annesi tarafından (Jennifer Fuckin’ Saunders!) aşk filmlerinin gerçek olmadığına ikna edilmiş bir kızın (Rebel Wilson) yetişkinliğinde sevmek ve sevilmek hakkındaki öyküler haricinde, kendi hayatında da bu eyleme karşı belli belirsiz bir savunma oluşturduğunu göstererek başlıyor. Janrı sevmediğini her fırsatta dile getiren ana karakter bir gasp sırasında kafasını bir yere çarpıp beyin sarsıntısı geçirdikten sonra kanlı canlı bir romantik komedinin orta yerine düşünce de esas macera başlıyor tabii. Bu saçma rüyadan uyanabilmek için de tek kaçış yolu var, o da her romantik komedinin sonunda olduğu gibi birini kendine delice aşık etmek. Hiç itiraz istemiyorum, Isn’t It Romantic temelinde çok keyifli bir fikre sahip. Önce bir bunu kabul edelim. My Best Friend’s Wedding, When Harry Met Sally, 13 Going on 30, Pretty Woman, hatta yakın tarihten The Fault in Our Stars’a bile referans veren matematiği neresinden bakarsanız bakın ilgi çekici. Üstelik uydurma tekerrürlerle de baştan savılmamış bu göndermeler. Çok şahane sayılmayacak senaryoya bir şekilde yedirmeye çalışmışlar her şeyi. Müzikal numarası, oyuncuları arasında tutturduğu kimya ve artık cinsellik satışının kadın (+ gay) izleyicinin bakış açısına göre tasarlanma modasına uyması da tam puanlık. Ancak temel bir ritim sorunu mevcut bu Nancy Meyers mobilyalarıyla döşenmiş göz dolduran filmin. Doksan dakika içerisinde, sanki canlı seyirciyle çekiliyormuş gibi her espri arasına dikkat çekici esler kondurarak maksimum reaksiyonu sağmaya çalışıyor. Dalga geçtiği şeylerin esiri olduğuna dair yorumlara da katılmadığımı belirtmem gerek. Ne de olsa hepsini tek lokmada yutmamıza yardımcı olacak bir finale, “Mutlu olmak kendini sevmekten geçer.” mesajına açmış yelkenleri. İşte bu pozitifliğe kırılma noktalarında daha güçlü yumruklar savurarak eşlik edebilse iyi bir romantik komedi olduğuna da inandırabilecek bizleri; ama ne yazık ki beklenilen nakavt asla gelmiyor. İyi esprilerini bile hızlıca tüketip elindeki planda yer alan bir sonraki manevraya koşuyor. Elindeki yapılacaklar listesinde her şeye tik attıktan sonra da konuşmaya değer bir şey kalmıyor. Yalnız bu eksiklerine karşın, hem yerden yere vurup hem de bir nevi saygı duruşunda bulunduğu filmlerden farklı olarak son çeyrekte epey toparlandığını itiraf etmem gerek. Rebel Wilson’ın başını çektiği ekibi iki farklı varyasyonda izlerken “daha gerçek” olan tarafa duyduğumuz özlemi pek fark edemiyoruz. Nihayet öykü döngüsünü tamamlayıp başa döndüğünde nefes aldıran, yeniden doğup gelen deli kızın tutturduğu kulağımıza yabancı türkünün bir cazibesi var. Belki gözlerim Liam Hemsworth’ün kasık hareketleriyle şenlendirdiği saksafon solosuyla da kör olmuştur, bilmiyorum. Fakat istediğimiz de tam olarak bu değil mi zaten? Gönüle hitap edemiyorsan bari gözlerimizi şenlendir.