Eleştiri
The Dirt
Freddie Mercury’nin anısına düpedüz ihanet eden ve bu da yetmezmiş gibi iki şarkıyla gözü doyduğu için filmin homofobikliğiyle ilgilenmeyen kesim tarafından baş tacı edilen Bohemian Rhapsody sağolsun, müzik tarihinin ikonlarına dair biyografilerin önü açıldı. Ve önümüze düşen ilk örnek de, Mötley Crüe’nün öyküsünü perdeye taşımaya layık gören The Dirt. Neyse ki Rami Malek’in retina çizdiği performansıyla hayatlarımızda yer eden Queen filmini ilham olarak kullandığına inandığım yapım, atasına da ihanet etmiyor ve en az onun kadar kötü olmayı başarıyor. Dünyaya yarardan çok zararı dokunmuş grup üyelerinin hepsini kimi zaman dördüncü duvarı yıkan, kimi zaman da dış ses görevinde birer anlatıcı olarak kullanmış Netflix damgalı bu enkaz. Seksenleri insanlık tarihinin en kötü dekatı olarak tanıttıktan sonra teker teker her türlü rezilliğe imza atmış dört “bey”in bir araya gelişiyle açılıyor. Sonrasında da skandallarının bir kısmına yer verse de hedonizme tüm irinini akıtmış rock müzik ikonlarını (!) insanlaştırmak için üstün bir çaba sarf ediyor. Parkeye işeyip onu içen Ozzy Osbourne’dan sonra hayatta her şey istediği gibi gitmeyince bir anda mutsuzluğun kapılarını arayan Vince Neil’a geçişindeki inanılmaz hız, uzun zamandır rastlamadığım bir kurgu komedisi, önce onu söyleyerek başlayayım. Açıkçası ilk yarım saatte vaat edilen, Mötley Crüe’yu sansürsüz bir biçimde resmeden müzikal formatla bir sıkıntım yok. Ancak otuzuncu dakikanın sonuna ulaşıldığı anda kötü oyunculukların da ehliyetsiz dolandığı bir keşmekeşe evriliyor The Dirt. İzleyicisinde has beyaz sabunla yıkanma isteği uyandıran dipnotlardan bir kolye yapıp, sonra da bu adamların çılgın motivasyon değişimlerine can-ı gönülden inanmamız için taklalar atıyor. İşte biri kaza yapmış, biri âşık olmuş, biri ölümden dönmüş, diğeri kalçasına platin taktırmış. Fakat zaten bir senaryodan bağımsız tek başına yaşanmışlıkları ele alındığında da karikatür sayılabilecek ekibin, belli ki ellerinin değdiği tekstte kendilerini kahramanlaştırmak için sarf ettikleri efor o kadar sahte ki… Zamanında Pamela Anderson’a sinirlenip birlikte kaydettikleri seks kasetlerini porno sitelerine yollayan bir adamı aziz eyleyecek kadar şuursuz değil; ancak örtbas ettiği olayların miktarı görmezden gelinmeyecek kadar fazla. Üstelik tüm bunları klasik ünlü kişi biyografilerinin kalıplaşmış taslağında hareket ederek yapıyor. Seyircisini görsel yollarla tavlayacağı Live Aid canlandırması da yok tabii elinde. Ne etsin? Yıllar geçtikçe gram yaşlanmayan Pete Davidson’ı mı öne atsın, yoksa oyunculuk seçimleriyle 11.22.63’teki performansı bir tesadüf müydü diye düşündüren Daniel Webber’ı mı kullansın? Benim The Dirt’e dair sevdiğim tek kısım o kadar kimyasal maddeyi ve alkolü çok matah bir şeymiş gibi vücuduna sokan, o yıllardaki kadın düşmanı hareketlerinin hepsini “çapkınlık” olarak bize yedirmeye çalışan dinozor üyelere yılların hiç de iyi davranmadığını görmek oldu. Hele ki Tommy Lee’nin kanlı canlı karavandan bir çıkışı var ki sormayın gitsin. Şöyle yapalım dilerseniz, sadece o dönemde ilk gençliğini yaşamış olanlarımız tadına baksın, kalan sağlar da zengin Netflix kitaplığından başka filmlere yönelsin. Olur mu?