Dizi Eleştirisi
This Is Us (3. Sezon)
Kendine Türkiye’de kötü bir adaptasyon karşılığı da bulan network fenomeni This Is Us, melodram popülasyonu eser miktarda azaltılmış üçüncü sezonunu da tamamladı. Serinin bu parçasını Jack’in geçmişindeki parçaları birleştirmeye adayan yapımın kan kaybettiğini düşünen umuyorum bir tek ben değilimdir. Gidip sımsıkı sarılmak istediğimiz babanın neden öldüğünü öğrendiğimizden beri her hikâyede bir yavanlık hâkim. Teker teker gezmek istemiyorum kardeşleri ama bir yerinden tutayım… Kevin’ın kendini babasına daha yakın hissedebilmek adına çıktığı yolculukta ona eşlik etmesi için uygun görülen karakterle arasındaki bağa inanan bir insan evladı kaldığından şüpheliyim. Kate ile Toby cephesinde de iş mental sağlıktan bebeğe çevrildiği anda tüm albeni parçalarına ayrıldı. Çünkü ne yaparsak yapalım mesele bir şekilde Kate’in annesini çok sevmesine, ama ona kötü davranmasına, ve özür dilemesine, yine kötü davranmasına, ama çok sevmesine, ama ama ama diye bir döngüye bağlanıyor. Randall ile Beth’e gelecek olursak… This Is Us gibi kablolu kanallara kıyasla daha geleneksel sayılacak bir network’te milyonlarca izleyiciye hitap eden bir dizinin ilk olarak siyahi bir aileyi beyazlaştırmadan ele almasına ve bu aileye eşcinsel bir kızcağız atamasına büyük alkış gerek. Anne babanın evlatlarına verdiği olağan tepki o kadar güzel yazılmış ve iki oyuncu tarafından da (Sterling K. Brown ve Susan Kelechi Watson) öyle iyi oynanmış ki iltifatlar yetersiz kalır. Ancak karı koca arasındaki o sahte sevgi sözcükleri, her sahnesi bilhassa Brown tarafından Razzie dilenen bir istikrarla oynanmış ilişki özeti bölümü ve başından sonu belli olan kavgalarının 18 bölümlük seriye yersiz bir şekilde yığılması… Benim sevdiğim This Is Us’ta (yazar burada tabii ki ilk iki sezondan bahsediyor) bu kadar çok dolgu öykü yoktu yahu. Hadi evlatları da geçtim Jack ile Rebecca’yı bile ikincilleştirdiler bu mıymıntılıklarla. Şu an kendime Parenthood’u hatırlatmaya gayret ediyorum. Benzer bir yol haritası izleyen 2010 tarihli NBC üretimi dizi de çabuk yorgun düşmüş, ama sonra Monica Potter ile Erika Christensen’a yazılmış harika bölümlerle dördüncü sezonda özüne dönmüştü. Gözler Pearson pıtırcıklarında şimdi. Dizinin yaratıcısı Dan Fogelman beyefendinin Life Itself ile eleştirmenlerden yediği tokat üzerine bu kadar dağıldığını umut edip verdikleri aradan sonra her şeyin normale döneceğini umut ediyorum. Yoksa bu seyirciden herhangi bir reaksiyon koparamamış ikinci el trajedilerle ekmek teknesi yürümez. Finaldeki zorlama çabayı da yemedik, kimse kusura bakmasın.
MVP: Susan Kelechi Watson (Beth Pearson)
Büşra
19 Haziran 2019 at 04:27
O kadar güzel ifade edilmiş ki… Her cümleye katılıyorum. Ben de kesinlikle bu sezon dizininin kan kaybettiğini düşünenlerdenim. İlk iki sezon gerçekten harikaydı, tek bir an sıkılmadım fakat 3.sezon ne izledim şimdi diye sorguladığım anlar çok. Son olarak bu tabi herkeste farklıdır ama ilk iki sezon neredeyse her bölüm ağlıyordum, özellikle Jack karakteri her yönüyle öyle güzel veriyordu ki duyguyu… O his ekrandan bana çok güçlü bir şekilde geçiyordu, etkilenmiştim oldukça. 3.sezonda ise tek damla gözyaşı dökmedim. Özledim seni jack♥️ Umarım gelecek sezon hayalkırıklığı yaşatmaz.