Eleştiri
The Perfect Date
Noah Centineo’nun Londra’daki yarımı (<3) hatırlatan suratı yüzünden izlemek zorunda kaldığım romantik komedi The Perfect Date, Cameron Dallas’tan sonra salça olacağı yeni bir erkek arayan genç kızların gözdesi konumuna yerleşti. Netflix’teki üçüncü filminde (Önceki tren enkazları To All the Boys I’ve Loved Before ve Sierra Burgess Is a Loser’ı unutmayın!) hayal ettiği üniversiteye gidebilmek için paraya ihtiyacı olan ve bunu türlü etkinliklerde kendisine eşlik edecek beyler arayan akranlarına kavalyelik yaparak karşılayan bir oğlanı oynuyor. Esas çocuğumuz centilmen, akıllı, komik ama bir taraftan da karaktersiz, sahip olduğu hayallerin ona ait olup olmadığından da pek emin değil. Dolayısıyla kendi kafa karışıklıklarıyla birlikte çoğunlukla anlamsız, piyasadaki bütün liseli filmlerinden araklanmış formül mizansenlerle dolu bir macera, daha doğrusu çorba konuluyor önümüze. Filmin laboratuvar ortamında Netflix yetkilileri tarafından dizayn edildiği ayan beyan ortada. En yakın arkadaş siyahi ve gay, bu da yetmezmiş gibi geleceğin parlak bilgisayar mühendisi ama asla o klasik “nerd” tiplemesi değil, aksine hoşlaştığı oğlanın adını öğrenmeyecek kadar cool. Diğer taraftan Noah Centineo’nun da Gülben Ergen’den “Ben sana abayı yaktım.” şarkıları eşliğinde hayatına aldığı iki kızcağızımızdan biri nefes almasını zorlayan streç elbiselere mahkum edilmiş zengin mi zengin bir prenses (hatta piremses), diğeri de sosyal medyada sayısı giderek artan anonim manic pixie dream kız. Bitti mi? Bitmedi. Filmin mesajı, seneler evvel çatıdan çatıya bağrışan Tarık Akan – Gülşen Bubikoğlu filmlerinde tükettiğimiz öğretilerle dolu. Mesela Centineo’nun okuldaki güzel arabalı çocuğa son dakikada verdiği “Önemli olan para değil, huzur. Bir sorunun varsa gel yardımcı olayım aslanım.”lı ders, yeşil kağıt parçaları iyi hoş ancak içinizdeki boşluğu doldurmaya yetecek kadar değil gibi artık eskiliğinden küf tutmuş bir yere varıyor. Babasıyla olan ilişkisindeki dinamikler de konuşulmaya değer esasında. Eşiniz evi terk ettikten sonra her tarafınızı yaymışken oğlunuz da seks yapmayan bir eskort olmuş düşünsenize. Ama bir taraftan sizi de tekrar sosyal hayata döndürebilmek için yazdıklarınızı çalıp yayın evlerine yolluyor ve Harvard’a girmek için tabir-i caizse kendini satarken babacığının da yaşam filizlerini yeşertiyor. Durun, durun ağlayacağım şimdi! Tabii tüm bu dalga geçmelerimin yanında, yazının başında da belirttiğim üzere, The Perfect Date’in ne olacağını bilerek sırf Noah Centineo için başına oturduğumu da hatırlatmak istiyorum. O yüzden burada dişlerimi geçirip hikâye anlatma sanatına bir hakaretmiş gibi lanse etmenin bir anlamı yok. Kaldı ki The Perfect Date de haddini bilerek kendi kulvarında oynuyor. Her konuda hassas Z kuşağının bütün duyarlıklarına saygı göstererek olabilecek en orta yolcu filmi çıkarmışlar ortaya işte ellerindeki fikirle. Üstelik bey oğlumuz da şekilden şekile girip rüyalarınızın erkeği olma mücadelesini tam gaz devam ettiriyor. Daha ne olsun?