Pride Boy
#PrideBoy: Weekend
Sevmelere doyamadığım Andrew Haigh’in sekiz senede üçüncüye izlediğim uzun metrajlısı Weekend, dışarıdan pek öyle durmasa da her seyirde yeni bir sürpriz bırakıyor seyircisinin kucağına. Adından da anlaşılacağı üzere bir hafta sonunu konu alan bu alçak gönüllü mucize, eşcinsel deneyimin esansını sunma misyonu edinmiş. Bir gece kulübünde tanışan iki erkek karakterin aralarında kurdukları diyalog, kökündeki ataerkilliği bir türlü uçuramadığımız toplumlarda var olma çabaları ve hayata dair görüşlerinin potpurisiyle o 48 saati son damlasına kadar aksediyor. Boşluklarda da kalabalık içerisinde elini tutamadığımız, dudakları buluşturamadığımız aşkların ıslıklı, zorbalı, özgüven problemlerinin önünü açan cephesinden sancılarla zenginleştirilmiş. Hangi topluma giderseniz gidin farklı formlarda vücut bulan “Kendin olmana izin vermiyoruz.” baskısının kuzeyden manzarasını bırakıyor yani arka plana. Ancak renkleri insanın içini ısıtan kalabalığın karakteristik özelliklerini birbirine tamamlayan beylerine bölüştürmüş Weekend. Finalinde çok da kesin olmayan bir geleceğe göz kırpıyor olmasına karşın hayatın bağıra çağıra yaşayamadığımız yıllarına inat her şeyi hızlıca tüketme içgüdüsüyle hareket ettiğimizin de bilincinde. Haigh, ufacık nüanslara binlerce cümle sığdırmış yani. Belki filmi oyunculuklarıyla bir üst kademeye taşıyan Tom Cullen ve Chris New’un ağzına yer yer çiğ cümleler emanet ediyor, ancak hepsinin arkasında samimi bir deneyimin izleri var. Dolayısıyla o pişmemiş, heteronormatif düzenin zincirlerini koparmak için biraz düz düşünen hâline rağmen bu yaşanmışlığın bir varyasyonuna tanıklık etmiş olanı kalbinden yakalıyor. Bu kadar kısa sürede bağlanmak yanlış biliyorum, ama yalnızlıktan hiç sıkılmadın mı diye soruyor mesela. Evet son noktayı koymak için geç start verdiğin hayatın baharına doymalısın, fakat sırtını birine dayayıp dünyayı paylaşmayı hiç mi istemiyorsun diye hırpalıyor. İki taraftan Cullen’a düşen rol seyircinin daha iyi anlayabilmesi ve kendini yerine koyabilmesi için inşa edilmiş. Ancak daha uçarı görünümünün arkasına aynı kırılganlığı saklayan New için de durum farklı değil. İki erkeğin bilinmeyeni az da olsa kapalı kapılar arkasında fiziksel olarak deneyimledikleri, paylaştıkları ve birey olma savaşlarının ikili ilişkilerdeki izdüşümü öyle ince düşünülmüş, o kadar hakikatli bir yere kondurulmuş ki hayran olmamak elde değil. Bir de tabii Weekend ile hayatın hangi noktasında yolların kesiştiği de mühim bana kalırsa. Haigh, Looking’de de benzer bir manevrayı benimseyerek öyküsünü anlattığı insanlara özel çalışmaya yeğlemişti. Ben de otuzuna merdiven dayamış ve hakkınca kalp kırıklığı yaşamış bir zat-ı muhterem (!) olarak Weekend’te tanıdık hislere rastlayınca yelkenleri suya bıraktım. Kiminle neyi paylaşacağı konusunda hâlâ tedirginlikler yaşayan, çivisi çıkmış dünyaya müsamaha göstermekten bıkan ana karakterlerini ve kişisel olduğu pek belli hikâyelerinden üzerine çok da sanat eseri üretilmemiş bir alanda kendi düdüğünü öttüren Andrew Haigh’i kucaklayarak köşeme dönüyorum. Şu canım pride ayında bana ve henüz yolu düşmediği için bu yazıdan sonra Weekend’e uğrayacaklara bir hediye daha olsun!
Fesat Mukayese: Bu sefer fesatlık yapmak değil de ilgi çekmek istiyorum… Before Serisi + Gökkuşağı = Weekend