Pride Boy
#PrideBoy: Pariah
Netflix sahalarında seyirciye ulaşan Mudbound’la başarılara imza atmış ve anlatılmaya değer gördüğü daha nice öyküyü kendi sesiyle perdeye taşıyacağından pek emin olduğumuz Dee Rees’nin adını Pariah ile ezber etmiştik bundan 8 sene önce. Pride Boy kapsamında bir kez daha izleme fırsatına eriştiğim bu kuir bağımsız lise çağındaki eşcinsel bir kızı konu alıyor. Yalnız bu kız kimliğiyle bir dolaba tıkılmış vaziyette değil. Çoktan klanının kim olduğunu çözmüş ve kandaşlarının görüş alanından uzakta bir yerde de hayatına kendince yön vermiş. Tabii evdeki problemler, annesinin onu “normal” yapabilmek için verdiği amansız mücadele ve bir takım kalp kırıklıkları ile kaçınılmaza yelken açıyor. Alike isimli karakterin özelinde düşünecek olursak burada kendi gerçeğinle, seni sevdiğini iddia edenlerin yalanlarıyla bezenmiş bambaşka dünyalar arasında sıkışmış kuir bir genç var. Dolayısıyla bir noktada tezatın onu manevi olarak yorduğu anladığı gibi zincirlerini kırmak istemesinden daha doğal bir şey yok. Sadece kanatlarının olgunlaştığı süreçte katalizörler ne olacak diye izlemeye koyuluyoruz. Yalnız kağıda döktüğünüzde olağan duran bütün örgü, Dee Rees’nin hisleri gıdıkladığı minik ayrıntılarda bitiyor. Belki tamamen aşina olduğumuz parçalara denk gelmek mümkün değil ancak hayatının her cephesinde yüzde yüz “ben” olmaya hasretin insanı ruhsal olarak nereye sürüklediğini çoğumuz biliyoruzdur diye umut ediyorum. Tabii burada janrın lezbiyeni ille de maskülen eyleyen, erkeksi kıyafetlerin içerisine tıkan yorumu biraz demode bulunabilir. Ancak Dee Rees bir anlamda kendi yaşadıklarından derlediği senaryoda gökkuşağının renklerini açığından koyusuna filminin belirli yerlerine enjekte ederek dengeyi sağlıyor. Kah okulda leydi gölüne girmekten çekinmeyen kızın itirafları, kah bu bir dönemdi geldi geçti diyen romantik bağlantı ile spektrumun sınırlarını karıştırıyor. Ah şu kalbimizi paramparça eden meraklı heteroseksüeller diyerek söyleniyor. Kenara attığı diğer kuir karakterlerini de tek boyutta tıkamamış neyse ki. Gördüğü redde rağmen hâlâ annesinin onayını alabilmek adına yokluğunda hayatında olup bitenleri ezberden püskürmesindeki sahicilik öyle can acıtıyor ki. Dee Rees’nin pek kişisel anlatısındaki anlatma biçimine bağlı tercihlerini de epey etkileyici bulduğumu eklemeliyim. Evet, Mudbound’ta bütçe ele geçince kostümler ve setlerden de sebep, bir dönem hikâyesi olmasının da katkısıyla daha cilalanmış bir manzara görmüştük. Ancak Pariah’nın da hem hemcinslerinden farklı olmak hem de arka planda kaybolmak isteyen varlığını ekranın köşelerine sıkıştırarak dillendirilmemiş buhranlara hakkını vermiş. Tüm bunların haricinde biraz daha ölçeğinin ve potansiyelinin içerisinde maksimumla oynayan bir iş olduğunun da altını çizmek gerek. Daha önce arşınlanmamış yollarda zoru başarmaya çalışmaktansa, boyunu aşmayan sularda en iyisini çıkarıyor ortaya. Orijinal olana değil duygulara oynuyor. Kısıtla bütçesiyle karşılayabildiği az kişinin bildiği grupların müziklerine bel bağlıyor. Ve en nihayetinde de hem bir anlatıcı olarak, hem de tekil olarak anlattıklarını ele aldığımızda “Ben buyum” diyor ve bitiriyor. Daha ne olsun?