Dizi Eleştirisi
The Boys (1. Sezon)
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, görsel efektlere sırtını dayayan süper kahraman öykülerinin sayısı giderek artarken, çeşitli formlarda televizyonda da kendine yer bulmaya başladı bu dar üniformalı bireylerin masalları. İçlerinden bugüne kadar konuşmaya değecek (Evet buna Daredevil adındaki slow motion fecaat de dahil.) bir şey bulamadığımdan, The Boys bu janrın Sezon Günlükleri’ndeki ilk konuğu olacak. Anti kahraman kavramı üzerinden diyelim ki böyle bir güç dünya üzerinde mevcut, hazır politika ile kapitalizm vals de ediyor, bu fantezinin karanlığına kafamızı gömelim mantığıyla harekete geçmiş orijinal çizgi romanın yaratıcıları Garth Ennis ve Darick Robertson. Amazon’un Prime adını almış platformundaki dizi adaptasyonu da yolsuzluğun göbeğine destur çekmeden dalıp bütün olasılıkları incelemeye koyuluyor. Büyük bir çoğunluğu mevcudiyetinin ağırlığını taşımaktan aciz insan müsveddelerinden oluşmaktaki The Seven adlı kurum ve koca çarkın işleyiş biçimi sekiz bölümlük sezonun temel odağı denebilir. Buradan hareketle belli sebeplerden bu tepeden inme yiğitlerin gerçek yüzünü topluma göstermek amacıyla buluşmuş bir cephe daha oluşuyor kurgusal evrenimizde. Rövanşın başı sonu hep aynı. Ancak The Boys dişe gelir motivasyonlara bağladığı için bütün isyanlarını, koltuk sevdasını ve bilumum adalet sorgusunu, sırf canı öyle istediği ya da insanlıktan kendini dahi yok etmeyi göze alacak kadar nefret ettiği için gözünü karartmış bir kötü adamla oyalanmıyoruz. Burada iyi de kötü, kötü de iyi. Kimseyi akla kara diye bölmemiş. Tek meziyeti duygusal zekası olan esas oğlanı yeri geliyor en hakikatli süper kahramanından daha güçlü bir konuma atıyor, öyle söyleyeyim. Haricinde bu tür projelerin en Amerikan ve en göze hoş gelene rolü teslim et mantalitesindeki kasting hatalarına da düşülmediği için, aksiyondan makas alan ritmine rağmen ciddi ciddi iyi performanslar izleme şerefine erişiyoruz. Özetle hoş bir sürpriz denebilir The Boys için. Televizyonun boş geçirdiği 2019 yazında ilaç gibi geldi ne izlesem diyen seyirciye. En azından benim takvimimde sekiz saati keyife buladı, orası kesin. Devamının geleceğini bildiğimiz dizi umuyorum bir şekilde hak ettiği ilgiyi görür, bütçe büyür de büyür ve o gösterişsiz tavrından da asla taviz vermeden yeni açılımlar yapılır bu modern savaşa. Ek olarak yapısını True Blood’a çok benzettiğimi de eklemek istiyorum. Her türün etini yemekte pek usta HBO fantezisi gibi The Boys da bildiğini okuyor. Tabii mukayese ettiğim diziye oranla pek edepli adaplı ama kalan kısımlarında genetik benzerlik oldukça fazla. Şimdi ne yapıyoruz? Prime üyesi oluyoruz, en kötü torrent festivaline katılımda bulunuyoruz. Sonra da The Boys’u baştan sona iki gecede tüketiyoruz. Hadi afiyetle…
MVP: Antony Starr (Homelander)