Eleştiri
The Souvenir
Alıp kimselerin görmediği bir yerde saklamak istediğimiz, sadece bizim olsun diye gözümüzden sakındığımız filmler listesi bu sene erkenden kabarmaya başladı ve The Souvenir de bu hoş kulübe teşrif edenlerin en yenisi olarak karşımızda. Joanna Hogg’un kendi deneyimlerinden yola çıkarak senaryolaştırdığı ve aynı zamanda da yönettiği yapım, içerisindeyken görmeyi reddettiğimiz ya da akışıyla yeni normalimize alıştıran toksik ilişkilerden birini konu alıyor. Hogg’un hatıra defterinde sadece toz yere inip manzara berraklaştığında ağıza yer eden acı tat hakim olmadığı için, genç film okulu öğrencisi Julie ve henüz hayatın onu nereye götüreceğini bilmez iken bir anda tanıştığı Anthony’nin birlikteliğini heyecan verici ortak paydalarla açmış. Evvelinde bize neden diye sorduran bir cephe bırakmadığı gibi “Hepimiz birbirimiz kadar gerçeğiz.” diye buyurup beklenmedik anda gökten düşen beyimiz, davetlerle, operalarla, kalburüstü restoranlarla hem esas kızın hem de bizim gözümüzü boyuyor. Başından sonu belli detaylar etrafta pis kokular yaymakta, kabul, ama Wallace Koleksiyonu (Londra’da halka açık bir sanat koleksiyonu) yeteri kadar büyüleyici değilmiş gibi filme adını da veren Jean-Honoré Fragonard eserinin önünde âşık addedilmiş kadının duygularında kaybolup kendi bilinmezine kucak açıyor Julie. Bakın ben filmi izledim der gibi madde madde saymaktan kaçınmak istesem de Avrupa’nın diğer ucuna gerçekleşen seyahat, o pahalı hediyeler, elle tutulabilen cisimler dahil oldukça daha reel hissettiren o taraflarca farklı tanımlara mensup ilişki… Hepsi The Souvenir’in gücünü aldığı minik ama etkisi filmin kendinden büyük parçalar, değinmeden edemediğim. Her şey rayına oturduğunda, bütün tedirginliğimizle hepimizin hayatında farklı formlarda belirmiş toy hataların ağıtları yakıldığında sevgi ve bağlılık da yeni anlamlarına ulaşıyor. Bir de bu öykünün, esas karakter bir sanatçı adayı olduğu için, artistik ifade üzerinden temin ettiği olağanüstü bir perspektif var. Ondan çalınanı bütünüyle kabul edişinin özünde salt üzüntüye duyulan bağlılık, arıza veren bir aşk yok çünkü. Burada istemsiz de olsa o ana bütün çıkmazlarıyla boyun eğiyor Julie. Çünkü sonrasında ya da sonunu göremese de bir noktasında yeniden doğacağına olan inanç tırmalıyor içeriden benliğini. Enkazın orta yerinde hiç kimseye çığlık atıp yardım istemeden akademik hayatından aile bağlarına, mental stabilitesinden bir kadın olarak kendini tanımladığı bütün sıfatlara virüs gibi bulaşmasını izliyor Anthony’nin. Belki Knightsbridge’ten ev tutacak bir üst sınıfa tabi olması, beğenilerinin de yetiştiği habitata göre şekillenmesi seyirciyle arasındaki mesafenin açılmasına sebep olacak kadar seçkin. Ancak bir anlatıcı olarak kozasına dönüp kanatlanarak, sıfırdan hayata tutunması Julie’nin konumuyla, kimliğiyle filtrelenmeyecek kadar tanıdık ve güçlü bir anlatı bana sorarsanız. Bir de annesi Tilda Swinton’ın adını anmadan not düşemediğimiz başrol Honor Swinton Byrne’in bir film değil de, ciddi ciddi hayatından bir parça izliyormuşuz gibi hissetmemize yardımcı olan oyunuyla pekişmiş The Souvenir. Dolayısıyla gerçek dünyadan kopmak isterken yine realitenin tam ortasına dönüşümüzün yıkıcı tesiri tahmin edebileceğinizden çok daha güçlü oluyor.