Eleştiri
Parasite
Cannes’dan Altın Palmiye ile dönen Parasite, “Film, sinemada izlenir.” romantikliğine kapılmamış olanlarımızın hayatına bomba gibi düştü geçtiğimiz haftalarda. Bong Joon-ho’nun teknik virtüözlüğün doruğundan bildirdiği bu 2019 model şaheser, senaryo, kurgu ve hikâye anlatma sanatının görsel ayağına dair bilimum alt başlıklarda ders niteliğinde bir yetkinlikle arz-ı endam etmekte olduğu için gelen övgülere pek şaşırmamak gerek. Akışına dair herhangi bir ayrıntıya göz kırpmak dahi henüz izlememiş olanlarınızın seyir zevkine etki edeceği için öncellikle hakkında tek bir satır okumadan başına oturmanızı tavsiye edeceğim. Öyle ki bu yazıyı sonlandırmayıp ev festivalinizin başına koşmak çok daha doğru bir karar olacaktır diye düşünüyorum. Ama bir şekilde fazla açığa vurmadan başlangıç noktasını özetlemem de şart. Toplumun farklı katmanlarından iki ailenin “Kim, kimin paraziti?” sorusunu sorduran türlü hadiselere yelken açtığı bir sinema ziyafeti var karşımızda. Bong Joon-ho her zamanki gibi imzasını attığı kreatif fikirleri dört bir yana salıp, sınıf farklılıklarının derinine inmiş. Önce “koku”, “had” ve “güzel yürekli” olabilme lüksü gibi sosyo ekonomik statüleri basitçe kodlayan anahtar kelimelerin açtığı yoldan ilerliyor. Ardından da köşeli politik söylemlere girişmeden zengin bir ailenin evine çalışmak üzere giren yoksul bir başka ailenin karşılaştığı beklenmedik olayların ışığında sosyal adaletsizliğin nabzını tutuyor. Sineması her daim sınıf çatışmasının, ve hatta kapitalizmin, başka başka bahçelerinde fink atmış (bkz. The Host, Snowpiercer ve hatta Okja) Bong, Altın Palmiye ödüllü kara mizah türündeki son harikasıyla ustalık eserini koyuyor önümüze. Bilinçli bir şekilde tasarladığı kör kör parmağım gözüne metaforlarıyla kolay anlaşılabilir, saat gibi işleyen, en ince ayrıntısına kadar her şeyi meselesi üzerinden okuyabildiğiniz bir iş sunuyor. Üstelik ne yaptığının da fazlasıyla bilincinde. Parasite elindeki kartları saklayarak çok zeki bir tekst ile aklınızı karıştıracağını iddia etmiyor. Aksine yağan yağmurun iki aileye farklı şekilde tesir etmesinden tutun, öyküde üst sınıfı temsil eden çiftin sonu gelmeyen ayrıcalıklar içerisinde kendi dünyasının haricindeki bütün dertlere olan kapalılığı ve ölüm kalım savaşında aynı kaderi paylaşanların birbirine düşman kesilmesine kadar alegori diyerek etiketlenmeye dahi ihtiyaç duymayan, fazlasıyla gerçek ve bariz ayrıntılar barındırmakta. En başından neyi temsil ettiği belli kaya parçasının bile “Bu taş ne yaparsam yapayım peşimi bırakmıyor.” gibisinden bir replik ile altını çizerek kadraja gereksiz tek bir zerrenin girmesine izin vermediğini hatırlatıyor. Dolayısıyla yönetmen/senarist kimliğiyle Bong’un seyircisine bir zihin egzersizi hediye ettiğini değil, daha çok yedinci sanatın jilet gibi icra edilişine dair bir eylemde bulunduğunu söylemek yanlış olmaz bana kalırsa. Keskin kurgusuyla, dile getirdiği bütün hakikatlerin can acıtıcılığına rağmen eğlenceli olma vasfını da elinden bırakmıyor. Yeni olan cümleleri değil zaten, bütün esprisi bunları söylediği rotanın bir mükemmeliyetçinin elinden çıkmış olması. Kimseye acımamıza izin vermeden, akıyla karasını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sererek, ilmek ilmek işliyor her şeyi. Kusursuzluk yolundaki çabalarına, çalıştığı birbirinden yetenekli oyuncular da eklenince katmerleniyor “Neden?”den çok “Nasıl?” sorusunu soran filminin değeri. Tüm bunların ışığında da havada uçuşan başyapıt, yılın en iyisi ve 2010’lu yıllara zirvede final yapıyoruz minvalindeki iddialı açıklamalara hak vermekten başka bir seçenek kalmıyor elimizde. Tek avazda anlaşılabilir yapısına rağmen tekrar tekrar ziyaret etmek için fırsat kolluyor oluşumun da henüz izlemeyenlerinizi şevklendireceğini umut ediyorum. Gerçi olası ödül sezonu başarıları sebebiyle (Evet, ufukta bir Güney Kore yapımının rekorlar kırma ihtimali var.) bir çoğunuzun izleme listesinden geçeceğinden de oldukça eminim.