Eleştiri
Joker
Hollywood’un kısmi fikir kıtlığı yaşadığı 2010’lu yıllarda süper kahraman uyarlamaları salonları dolduruyor dedik, ama daha bu akım (çok lazımmış gibi) göğsünü gere gere popülaritesini yaşayamadan suyu çıkmış kötü espri ve görsel efekt çöplüğünde panzehirini arar olduk. Entelektüel ihtiyaçlarımız karşılansın diye, yaşı artsa da içi büyümemiş koca adamlar tarafından yazılmış eserlerden adaptasyonuna düşen ayakta, bu sebepten orijin üzerine orijin hikâyesi dinlemeye mecbur bırakıldık. Venedik’te Lucrecia Martel’in başkanlığını yaptığı jürinin en büyük ödüle layık gördüğü Joker de kandaşları Dark Knight serisi ve Logan’ın açtığı yolu takip ederek beyazperde sayesinde fazlasıyla ikonlaşmış, motivasyon sahibi meşhur karakterin günlüğünü karıştırıp realist bir düzleme taşıyor. Öncelikle elimizde problemli bir film olmadığı için ne kadar mutlu olduğumu söyleyebilir miyim? İstemsiz sübvansiyonlara gün doğurmayan, Joker’in buradaki izahında önemli bir yer işgal eden mental sıkıntılarını alay konusuna dönüştürmeyen ve her şeyden önemlisi dünyanın yandığını görmek isteyen karakterini özenilebilecek bir figür olarak resmetmeyen tersten okuması, uyarlandığı materyalden sebep hizaya çekilme ihtiyacı duyacak boşluklar için önlem alıyor. Ancak seksenlerin New York’undan hâllice, neredeyse suyu çıkmak üzere olan Gotham’ın şiddet fırtınası arifesinde tahmin ettiklerimizin daha ötesine adım atma cüretini gösterdiği bir anekdot ne yazık ki mevcut değil. Son çeyrekte vasfının kusurlarını çocukluktan kalma travmalarla doldursa da filmin kökünden sıyrıldığı o kısa ancak etkin yegâne sahnesinde inşa ettiği Joker ile öncesi arasında bir bağ kurmak neredeyse imkansız. Her şeyin bir kahkahaya sığdığına can-ı gönülden inandığı küçük dünyasında, yaralı şakacı “Senin ve benim aramdaki fark ne biliyor musun?”dan hâllice bir katarsisle güne açıyor yüzünü. Bu vahiyin nereden geldiği, bizi düşünce adamı olmadığına ikna eden karakterin kalemi eline alma cesaretini nereden bulduğu şüpheli. Bırakalım anarşi ile bu dünyanın çivisi yerinden çıkıp doğrusuna otursun bilinci The Kings of Comedy ve Taxi Driver’dan miras bir tasvirin göbeğine oturtulmuş. Filmin görsel ahlakı bir hayli tanıdık ve bu aşinalığın sayesinde de cezbedici de esasında. Yalnız bir dilenci gibi kendisini görmeyen, ezip geçen herkesin canını almasını arzu ettirme, ajitasyon gazıyla attığı taklalar arasında parçaları birbirine bağlayacak hiçbir şey yok. İfşalarına kadar yaptığı karakter çalışmasının da tekerrürden ibaret bir fakir edebiyatı hissi yarattığını söylemem gerek. Gerçi siyasi alt metni de evlere şenlik. Sürekli gülenin anormal sayıldığı, düşene tekme vurmak için bütün evrenin sıraya girdiği, kapitalizmin sağdan yokluğun soldan vurduğu gerçeklikte tak maskeni, bağır avazın çıktığı kadar… Ama bu zaten Joker’in temelinde hep mevcut olan bir manzara idi. En yakınlarından polisine, iş arkadaşından Wayne imparatorluğunun finolarına, kılıcını bileylerken taraftarlarından da bir ordu oluşturacağını biliyorduk. Zaten benim sıkıntım içerikten çok içermediklerinde. Joaquin Phoenix’in çoğunlukla şova dönüştürdüğü, perdeden taşan, “ekonomik” tanımlamasının tam zıttı olan yorumu ve tabii Cadılar Bayramı’nın bir numaralı kostüm seçeneği ana kahramanı karenin içerisine girmese taş üstüne taş koymayan, masaya yeni bir şey getirmeyen 2019 tarihli Todd Phillips yorumunu uzun uzun konuşacak mıydık? Buradan da iş tek bir performans, 120 dakikalık bir anlatıyı kurtarmaya yetiyor mu sorusuna gidiyor. Neyse, ben bu tartışmada “Yetmez ama hayır.” tarafında olduğumu belirtip, özet geçtiği De Niro’lu kısımda kayda değer bir anti-(ya da hiç değil)-kahraman kısa öyküsü çıkardığını ekleyeyim, bu fasıl da kapansın. Why so ortalama?
Devamını oku