Eleştiri
The Last Black Man in San Francisco
Gidenin de, gitmeyenin de fotoğraf karelerinde pek büyüleyici çıkması sebebiyle zihnine kazınmış, California’nın kuzeydeki yarım adası San Francisco, körfezin eşi benzeri olmayan manzaraları yerine dokusunu oluşturan evlerinin arasında mekik dokuyan Joe Talbot filminin ana karakteri. Centrifikasyonun orta yerinde ırkın, dilin, dinin, sınıfın kökü kazınarak yerlerine yenisi yerleştirilir iken adını filme de vermiş şehrimize, senaryoya da katkıda bulunmuş Jimmie Fails ve akılda kalıcı performansıyla sene sonu listelerine göz kırpan Jonathan Majors eşlik ediyor. Bilhassa ABD’de toplumu soylulaştırma kisvesi altında düşük gelirli bölgelerin orta ve üst sınıf tarafından işgal edilmesi, bölgenin esansının buraya dolaylı olarak getirilip yerleştirilmiş kitleler ile değiştirilmesinin pek çok örneği mevcut. Joe Talbot’un uzun metrajlı bir film için ilk kez kamera arkasına geçtiği The Last Black Man in San Francisco’da da bu kentsel değişimin kurbanı olmuş kimseler üzerinden kültürün ve kimliğin peşine düşüyoruz. Öykü olabildiğince mikro bir pencereden incelemeye alıyor batının Harlem’ini. Ezberletilmiş gerçekleriyle aile köklerini tek bir yuvaya bağlayan, inancının kuvveti sayesinde ayakta duran esas oğlanını bilmedikleriyle yüzleştirerek boyundan büyük bir sınıfsal ayrışmanın ortasına atıyor. Kentin unutulmuş sakinleri olarak yanından ayırmadığı en iyi arkadaşıyla kültür eksenli renovasyonun izinde ağlandığı yalnızca kapitalizm ve devlet babası değil elbette. Burada Fails’in can verdiği karakterin kaderindeki ebeveynlerine, seçemediği her koşula da sessiz bir öfke mevcut. Filmin çok düşünülmüş kadrajları birer fotoğraf karesi gibi akarken ırkın da mizah malzemesi olduğu metin büyük bir özenle San Francisco’nun dalgalı sularında boğuyor izleyicisini. Politik bir söylemi ağzına almaktan çekinmeyen Talbot, belki pek evrensel bir noktadan yaklaşamıyor anlatmak istediklerine ancak bulunduğu coğrafyanın bütün kılcallarına tesir etmiş örgütlü ayrımcılığın nabzını da tutarak kişisel olduğuna ikna etmeye çalıştığı anlatısını daha geniş bir ölçeğe taşıyor. Nihayetinde topluma ya da tarihe kılıf geçirmiş mentalite için bir çözüm üretemiyor. Ama niyeti de tam olarak bu değil zaten. Beşinci sanatın görsel avantajları ile şık bir başkaldırı, tek bir sınıfa adanmış manifestosunu basıyor kuşe kağıda. İlle de bir konuda eleştiri getirecek olursam, filmin tempo problemlerine değinebilirim. Viktorya dönemine ait (ya da o dönemden esinlenmiş, artık izleyen karar versin) evinin aidiyete dair bütün kaygıları gün yüzüne çıkardığı sıra dışılığında bir kendini tekrar etme hâli mevcut. Fails ile Majors ikilisinin neredeyse muzır sayılabilecek keyifli oyunları olmasa dikkatimiz bütünüyle dağılacak. Sahne sahne yönetmen/senarist Talbot tarafından nereye sürükleneceğimizden emin olamasak da ikinci yarıda bütün kalp kırıcılığı, derinlere işlemiş hüznü tekerrür hissiyle sekteye uğruyor. Ancak Talbot’un heyecan verici bir sinemacı olarak adını bir kenara not ettirdiğine şüphe yok. Belli ki benimle yaşıt bu genç adam (ağlamak istiyorum), daha çok yakacak canımızı.