Eleştiri
4 Film 400 Kelime: Kasım’ın Hakkı Kalmasın!
Tembelin Günlüğü formatının kademe atlamış, 4 filmi 400 kelimede tüketerek aradan çıkardığım serisine bu sezon Temmuz’dan beri her ay bir yazı çıkarmayı başardım. Kasım’ı de es geçmek olmaz diyerek, tekil yazmam hâlinde kimsenin umursamayacağı dört bağımsızı toplayayım dedim. Umur bunları neden izledin sorularınız eşliğinde sahnedeyim. Buyursunlar:
APOLLO 11
Geçtiğimiz yıl First Man’de kurgusal versiyonunu tattığımız Ay’a ABD tarafından yapılan insanlı ilk yolculuğun belgesel hâli Apollo 11, tamamen 1969 yılında kameraya alınmış ancak gün yüzü görmemiş görüntülerden oluşuyor. Matt Morton’ın Justin Hurwitz’in eline su dökemediği melodilerle donattığı yapımı hikâye anlatma üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutmak zor. İyileştirme yapılmış arşivden çekimlerin doğru bir şekilde kurgulanması haricinde neyin alkışı tutuluyor emin değilim. Amerika’nın tarihi boyunca görsel sanatların her dalında yaptığı mastürbasyondan bir enstantane diyelim, geçelim. Biraz David Attenborough belgesellerini izlerken tattığımız hisler işte. Aman ne kadar yakışıklı, aman ne kadar ilginç, aman ne kadar pof. Gerçi Our Planet iklim krizine dikkat çekmek adına mühim bir işti, ama bunu konuşmanın ne yeri ne de zamanı. Neyse, “büyüklük” takıntısı olanlara önereyim yetsin.
GIANT LITTLE ONES
Eşcinselliği habis sanan, buradan hareketle psikolojik ve fiziksel savaşın her türlüsünü veren heteronormatif, dolaptan çıkamamış gaylerin sinemada resmedilmesinden açıkçası ben çok sıkıldım. Ancak endüstri ve kuir hayatın gerçek yüzü benim beğenilerime göre şekillenmiyor. O yüzden Giant Little Ones’ın ezber ettiğimiz, kendi kimliğinden korkan gay kişinin etrafa irinini akıtması öyküsüne çok kabadayılık yapamıyorum. Ölçülü bir şekilde madalyonun iki yüzünü de göstermeye gayret gösteriyor. Sinema dili kişiliksiz ama temiz. Bu anlayış safsatasını da daha gri bir karakter üzerinden yapıyor olması risksiz, bir taraftan da anlaşılır. O yüzden her şeyin “eh”ine, “ortalama”sına, “olduğu kadar”ına layık. Niye izlediğimi ben de çözemedim, özet bu aslında. Belki de daha sansürsüz yaşarken önüme gelen her gökkuşağı rengine tutunmama gerek yoktur, bilmiyorum.
PADDLETON
Şu ara televizyonda harika işler yapan Mark Duplass (The Morning Show) ve Ray Romano’yu (Get Shorty) buluşturmuş Netflix filmi Paddleton’ı da kimseler konuşmadığı için içerik konusunda her 10 projesinden 9’u hayal kırıklığı yaratan streaming servisinin elindeki kalburüstü projelerden biri olduğuna dikkat çekmem şart. Bromance kavramının bütün cinsel içeriğinden arındırılmış sürümü Paddleton, ölümün uzaktan göz kırptığı bir zaman aralığında iki yakın dostu konu alıyor. Herkesin ayrıcalıkları dünyadan göç ettiğini öğrendiğinde zevkin doruklarına ulaşmaya yeterli gelmediğinden burada da ölçülü bir vedanın güncesi tutulmuş. Ancak lafını dolandırmadan söylemesi, seyircisini şaşalı hayallerin ürünleriyle oyalamaması tamamlanmışlık hissini yaratmaya yeterli gelmemiş ne yazık ki. Ben bitişteki siyah ekrana bir “Yani?” bıraktım. İlle de ekonomik bir bağımsızla vakit harcamak istiyorsanız, karar sizin.
HER SMELL
Kötü filmlerin, oyunculukların, senaryoların ölçeği kimi zaman geçmişe dönük değerlendirmeler yapmamıza da sebep oluyor ne yazık ki. Mad Men ile tanıyıp sevdiğimiz, bittikten sonra yer aldığı irili ufaklı filmlerde hayranlığımızı katladığımız Elisabeth Moss hanımefendi kameraya oynadığı The Handmaid’s Tale sonrası görmeye tahammül edemediğim aktrisler grubuna terfi etti. Mübalağanın zirvesinde, pandomim sanatçılarını kıskandıracak performanslar ortaya koymaya Her Smell ile devam etmiş. Yapı olarak ilk ve ikinci yarısı arasında sanatçının üretimi ile hayatın gerçeklerinin kesiştiği yerden bir kontrast yaratması hoş ancak hem tempo problemi bol, hem de çok plastik yahu. Nasıl ki Oscar için film yapılıyorsa, bu da her bağımsızı yalayıp yutanların sırf kadın ana karakterin zihninde hatalı ama yoğun bir gözleme girişildi diye beğenmesi için üretilmiş. Yine de sevenine lafımız yok. Sadece ben çok tokum.