Eleştiri
Star Wars: The Rise of Skywalker
Star Wars fenomeninin 2015 startlı yeni serisi maziye düşkün olanları The Force Awakens, inovasyon arayanları da The Last Jedi ile öyle ya da böyle ihya etmişti. Ancak iki film arasındaki bariz farklılık değişime katlanamayan hayranlar ve aynı storyboard’un lacivertini izlemekten sıkılanlar arasında da dev bir uçurum yarattı biliyorsunuz ki. Disney ve Lucasfilm’in ortaklığında sıradaki adım atılırken, bu dev para makinesinin başında yeşilleri sayanların, artık kırkını yaşayan ya da oralara doğru merdiven dayamış eski fanlarından taraf bir tutumda bulunmuş olması da adı konmamış muharebenin alevini daha da harladı diye düşünüyorum. Son birkaç haftadır yeni kastın Rian Johnson’a çamur atan demeçleri, stüdyonun J.J. Abrams’dan yana takındığı tavır… Ne düşündükleri, ne amaçladıkları, kimi mutlu etmeye odaklandıkları pek de mühim değil aslında. Nihayetinde iyi bir final ile veda etseydik Rey, Kylo Ren, Finn ve Poe’ya bu tartışmaların hepsini de arkamızda bırakmayı bilirdik. Ancak The Rise of Skywalker çok ama çok pahalı, teknik anlamda kusursuz bir çöpten daha fazlası olmayı ne yazık ki başaramıyor. Böylesine epik bir evrende, kastından ses tasarımcısına kadar herkes büyük bir özenle çalışırken, sinemanın büyüsüne kapılmak için can atan seyircinin kucağına akla gelebilecek sadece en klişe değil, aynı zamanda zekâ pırıltısından yoksun hikâyelerle kapanış yapan bir senaryo bırakmak inanılmaz bir israf örneği. J.J. Abrams, onu kiralamış patronlarının çektiği yöne yüzünü dönüp kendi içerisinde herhangi bir organikliği bulunmayan, sadece tekil fikirler olarak görsel hazza ulaştıracak sahneleri arka arkaya dizinlemiş. Buradaki tatsız durum meselenin aman canım Star Wars külliyatından olsun, ne olursa olsun gibi bir yere indirgenmesiyle alakalı biraz da. Çok zevksiz ve kurgu masasında bile bir düzene girmemiş lineerliği, yorgun düşmüş bir televizyon dizisinin sezonu doldurmak için yapılmış epizotlarından hâllice. Aman bildiklerimizden şaşmayalım diye küllerinden doğurulmuş maceralar, mantık hataları zincirinde tekrardan arz-ı endam etmese bir yerlere varabilirdik. Fakat 2015’ten bu yana tek bir karakter üzerinden kuirleri yemlemiş ve finalinde alakasız bir eşcinsel çifti milisaniyelik öpüştürüp her şeyi rafa kaldırmış, Hint geleneklerini icra eden halkını biçimsiz bir yaratık olarak resmedip hafiften ırkçılık enjekte etmiş, olmasın diye gözünün içine baktığımız Şekspiryen romantizmini bir Saturday Night Live skecine malzeme olacak kadar tatsız bir yerden tabaklamış, ağzımıza bal çaldığı her gönül bağını havada bırakıp yegâne amaç olarak ne idüğü belirsiz bir direnişin nabzını tutmuş ve her şeyden önemlisi, bütün bunları dev bir ölçekte sergilersem kimse hatalarımı fark etmez şuursuzluğuyla uygun adım vizyona çıkmış bir film var karşımızda. Şimdi neresinden tutalım, neyini affedelim? Heyecan, tempo, gusto ellere karışmış âdeta. Bunlar yetmezmiş gibi, yakın tarihte kaybettiğimiz Carrie Fisher ve franchise‘ın diğer demirbaşlarından medet uman, ana öyküye asla hizmet etmemekteki temcit pilavı formuna bürünmüş eklentileriyle çöktükçe çöküyor dibe The Rise of Skywalker. Teknolojinin geldiği yeri görmek adına görsel efektlerine ve 87 yaşında hâlâ fişek gibi besteler yapan John Williams’ın eşsiz müziklerine alkışı tutup koşarak Star Wars’u da Nolan’ın haşatını çıkardığı Dark Knight’ın bulunduğu üçlemeler diyarına postalamakta yarar var. Hadi ben seriyle bağını geç kuranlardanım önemli değil de, bu seriyle büyüyüp (ya da büyüyemeyip) serpilenlere yazık.