Eleştiri
The Mustang
Söze bitmek tükenmek bilmeyen erkeklik müessesesinin canını çıkarmaya ant içmiş filmlerde sayı olarak dişe gelir bir artış olduğunun beni ne kadar mutlu ettiğini belirterek girmek istiyorum. Hatta bu hikâyeler kadın ve kuir yönetmenlerden çıkınca keyfim daha da katlanıyor. Deniz Gamze Ergüven’in batılı hassasiyetleri için çekilmiş, Türkiye’yi gram tanımayan çöpü tarafından kirletilmiş Mustang ismini alıp yeni anlamlar yükleyen Laure de Clermont-Tonnerre de yeni bir pencere açmış er bireyi kutsayan toplumsal erozyona. Hiddeti cüssesinden büyük Roman Coleman adındaki bir mahkumu, eşine uyguladığı şiddet sonrası aldığı cezayı çekerken izliyoruz The Mustang’de. Yalnız Roman ne kadar tehlikeli olduğunun, hem sahip olduğu hem de verdiği psikolojik zararın farkında bir adam. Dolayısıyla topluma tekrardan kazandırılmaya çalışıldığı cezaevi ortamında ayak diretirken bile esasında kendini dışarıdakilerden ve hatta dışarıdakileri de kendinden koruyan bir tavrı mevcut. Ancak bir şekilde ıslah olması için tabi tutulduğu programlardan birinde yolu seyisliğe düşüyor ve kızıyla olan iletişiminin de bir şekilde kavurduğu Roman’ın sözlerden çok hislerle terapi olduğunu izlemeye koyuluyoruz. Şimdi… Öncelikle filmin şiddeti kati şekilde meşrulaştırmayan ve ana karakterini de işlediği suçtan mesul tutan tavrının pek değerli olduğunu söylemem gerek. The Mustang, aile içi istismarın tek bir karesini dahi ekrana taşımadan, baba – kız arasındaki yalnızca iki görüşle bütün o kargaşayı özetliyor. Bir tarafta yaptıklarının bedelini ödeyen bir adam var, evet. Ancak mahkumiyetin tek kişiyle sabit kalmadığının, ceza infaz kurumlarının suç ne olursa olsun esasında bütün aileyi de dolaylı olarak o dört duvar arasına tıkadığının farkında Clermont-Tonnerre. Bir de bunun üstüne tipik bir western ahlakıyla tanrılaştırdığı asil canlılarla Roman’a yeni bir şans verip, ailenin ne demek olduğunu tekrardan çözümlemesini buyuruyor. Özgürlük, öykü bir hapisanede geçtiği için elbette aklımızın hep bir köşesinde. Yalnız The Mustang’in başarısı esaretin Roman’a mahsus olmadığını anlamasında gizli. Eğittiği atın ipini çözüp onu salarken sadece tanımlaması güç bir bağ kurduğu o hayvanı değil, içerisindeki anlamsız öfkeyle zarar verdiği herkesi de serbest bırakıyor Roman. Bütün bu başarılarının bağlayıcı noktasında da Matthias Schoenaerts’in şahane performansı bulunmakta. Daha evvel de benzer tiplemelere can verdiğini izlediğimiz oyuncu, bu sefer yaşça kısmen daha büyük birini canlandırdığını da fark edip sanki o avuca sığmayan hâllerini biraz limitlemiş ve eze eze oynayıp dört başı mamur bir karakter çalışması çıkarmış ortaya. Clermont-Tonnerre’nin senaryosu ve kamerasıyla diyalog az olduğu için epey imkan sağladığı aktör, tek bir fırsatı kaçırmıyor. Son olarak The Mustang’in görsel olarak da pek tatmin edici bir bütünlüğe sahip olduğuna dikkat çekmem şart. O ayazda aldıkları nefes ile çiftlikten bozma, hapisaneye ait rehabilitasyon merkezinin bütün silüetini değiştiren atlar, sinematografi sayesinde filmin önemli karakterlerine dönüşüyor. Zaten Clermont-Tonnerre anlatının bütün gücünü o sükûnetten aldığı için aksini düşünmek imkansız.