Eleştiri
A Beautiful Day in the Neighborhood
Özgürlüklerin ülkesinde en önemli koltuk koca bir şarlatana teslim edilmiş ve bu turuncu yaratık durmadan Amerika’yı “yeniden” iyi yapmak üzerine bir politika yürütürken çoğunluğu liberal, Hollywood gibi bir endüstrinin bit pazarına neden nur yağdırdığı hakkında en ufak bir fikrim yok. Neredeyse bir takvim yılı içerisinde, okyanusun bu tarafında daha önce adı hiç duyulmamış Fred Rogers ile, belki de sürekli katran karası irinini akıtan Trump’a karşı iyiliğin kazanacağına dair bir mesaj verilmek istiyordur alttan alta bilmiyorum. Taraflar arasında giderek derinleşen fikir ayrılığına hümanist bir yaklaşım ya da hepimiz temelinde insanız öyle değil mi gibisinden yersiz bir anlayışın da eseri olabilir tabii. Ama Bay Rogers’ın bir şeylere çözüm olabileceğine ya da doğru mesajı ulaştıracağına inanmak bana pek naif bir hareketmiş gibi geliyor. Daha geçen sene izlediğimiz Won’t You Be My Neighbor isimli belgeselin ardından gelen, bundan evvel yönettiği iki uzun metrajlıyla rüştünü ispat etmiş Marielle Heller imzalı A Beautiful Day in the Neighborhood bu baştan aşağı sütten çıkma ak kaşık adamla ilgili fikirlerimi biraz daha netleştirdi açıkçası. İşin ilginci, Heller’ın elindeki tekst tam olarak Rogers’la ilgili de değil. Vakti zamanında onunla röpörtaj yapmış, baba sorunlu bir gazeteci üzerinden toplu terapiye çağırıyor sanki izleyicisini. Tıpkı benim gibi Rogers’ın vaziyetine şüpheyle yaklaşan esas adamımız Lloyd Vogel’ın filmi yani, adını Rogers’ın programına açılış yaptığı şarkıdan alan yapım. Takdir ettiğim taraflardan başlayacak olursam… Heller’ın elindeki hikâyeleri hep hiç beklemediğimiz yerlerden ele alışı ve kusurlu insanları bütün renkleriyle resmetmekten çekinmemesine hayranım. Burada da Rogers’ın bir ikon olduğunun bilinciyle o kanatta elini suya sabuna sürmüyor ancak Lloyd Vogel menşeli, insan evladının yaradılışına ve içinde barındırdığı aklı karalı bütün sivri köşelere dair zevk sahibi bir ifşa var. Sıkıntı bunu destekleyecek bir kadroya ve senaryoya sahip olmamasında bana sorarsanız. Çok dikkat dağıtmayan ancak ekonomik davranan bir film için stilize sayılabilecek kurgu numaralarıyla toparlamaya çalıştığı performanslardan ben hiç keyif alamadım. Tom Hanks’e dokunmuyorum; çünkü Hanks zaten kariyerini tıpkı Meryl Streep gibi kendi personasının türevlerini oynamaya adamış bir aktör. Ancak filmi teslim ettiği ve The Americans’da da neler yapabildiğine şahit olduğumuz Rhys ne yazık ki tek boyutta tıkanıp kalan oyunuyla filmin merkezindeki hikâyenin zerresine dahi inanmamamıza yol açıyor. Ne babasıyla aralarındaki düğümün, ne de en nihayetinde geldikleri çözümün Disney filmlerini andıran sahte temsilinde Heller’ın filtresiz sergiye açtığı insan müzesi ona hep kazandırmış “gerçek” hissiyattan barındırmamakta. Dördüncü duvarın yıkıldığı sahne haricinde A Beautiful Day in the Neighborhood’u ayakta tutan bir şey yok diye de özetleyebilirim esasında. Heller, elindeki tekrar yazılıp toparlanmak isteyen pasaklı senaryoyla ne yapmak istediğini kusursuz olarak bir tek bu sahnede geçirmiş çünkü. Kalanı izlemekten bıktığımız Oscar filmlerinin katarsislerinden kokteyl yapmış yavan bir yığıntıdan ibaret.