Eleştiri
4 Film 400 Kelime: Çifte Kavrulmuş
Askerden önce koştur koştur izleyip haklarında fikir beyan edemediğim 4 değil, 8 filmi masaya yatıracağım izninle. Yahu neden bu kadar biriktirdin, hadi biriktirdin bari yazma diyebilirsiniz ama olmaz olmaz, bu iş olamaz. Obsesif kompülsif bozukluğum tüketip de hakkında yazı çıkarmadıklarımı başıboş bırakmama izin vermiyor, anlayın beni de. Kimsenin ilgisini çekmeyecek seçki için önden buyrun:
CONSEQUENCES
Toksik maskülinitenin bağrında yeşermeye çalışan eşcinsel sevdaları bu tepeden tırnağa habis bireylerle incelemeye almak, cinselliğini keşfetmekten geri kalmayanların bağrı yanık kaslı oğlanların hep “hassas” olanı harcamaya yönelik fiillerini izlemekten çok sıkıldım ben. Slovenya menşeli, orijinal adı Posledice olan yapım da aynı yolun yolcusu. Yetiştirme yurtları, mini mini suç çeteleri, mafyacılık, doğal olarak bolca “erkek” düzen ve bununla birlikte ten tene pornografik bir pazarlama. Artık yerseniz… Kuir sinemanın karanlık sokaklarında yeteri kadar mesai yapmışlığın da şımarıklığıyla ben gözlerimi devirip belki de nicelikten çok nitelik daha önemlidir deyiverdim ben. Eğer illa ki aynısının lacivertine hasretseniz bu sinema yılı takviminden Giant Little Ones öneririm. En azından daha zararsız.
MALEFICENT: MISTRESS OF EVIL
Angelina Jolie’nin jileti kıskandıran elmacık kemiklerini bir üst kademeye taşıyan Maleficent, ilk filmiyle belki hikâye anlatımında çığır açmamış, ancak bildiğimiz bir masalın çok dillendirilmemiş tarafıyla tanıştırmıştır bizleri. Nihayetinde hepimizin kalbi çocukluğumuzdan bu yana salt kötü olarak bildiğimiz Malefiz’e eridi gitti. Şimdi işin içerisine Michelle Pfeiffer’ı da dahil eden baştan aşağı camp ve eşcinsel karakter barındırmamasına rağmen bağıra çağıra gay Mistress of Evil ise aynı formülün yalnızca macera kısmını alıp bir koşuşturmacaya dahil ediyor izleyicisini. Sonuç koca bir hüsran. Tim Burton’ın eli değmişçesine vizyonsuz, yeşil ekran önünde zıp zıp zıplayan koca koca adamlar… O kadar plastik bir şey çıkmış ki ortaya kapalı stüdyodaki her türlü aletin kokusu burnunuza çalınıyor. Olmamış Disneyciğim, yine olmamış.
MISTER AMERICA
Komedyen Tim Heidecker’ın asırlık programı On Cinema at the Cinema’dan fikir olarak çıkıp sinemaya kurgusal – belgesel karışımı bir formatta taşınan Mister America, muhtemelen aceleye getirilmeden Review, Nathan for You ve daha nicesi gibi televizyon için yapılmış olsa herkesin ilgisini çekmeyi başarırdı. Ancak yargılandığı davanın karşı tarafındaki avukat ile bölge savcılığı için yarışa girdiği bu tam komedi olamamış kargaşadan kahkaha sağmayı başaramadım ben ne yazık ki. Tim Heidecker’ın kendine has mizahı her damağı çatlatmıyor onun farkındayım da bugüne kadar bir sorun yaşamadığım dünya görüşü burada tam bir şov parçasına dönüşmüş, özünü kaybetmiş sanki. Sonunu getirmekte epey zorlandığımı da ekleyip köşeme çekiliyorum.
THE NIGHTINGALE
Kadın yönetmenlere toz kondurmamaktaki kasıtlı ısrarım Jennifer Kent filmlerine gelince nedense sekteye uğruyor. Gerçi ufukta Naomi Kawase de var ama artık muhattap olmamak için filmlerini izlememeyi tercih ediyorum. Neyse, bu başka bir günün konusu olsun. The Babadook isimli fecaati de korku türüne bir hakaret olarak algıladığım için The Nightingale’dan ne bekledim bilmiyorum. Bu sefer öcüler böcüler yerine klasik bir intikam öyküsü kondurmuş Kent ortaya. Ama nasıl yapmacık, nasıl zorlama, nasıl kendine bakıp havalara giren bir formda anlatamam. Bir de tamam tecavüz üzerinden bir rövanşın takibini yapıyorsun da, acaba şiddeti meşrulaştırırken biraz ayağını denk mi alsaydın? Erkek savunuculuğu da değil bu, kökü kurusun kendine çizdiği kötü adamın. Sadece verdiği mesajla seçtiği yolun tutarsızlığı battı bana.
DIANE
Mary Kay Place’in iki büyük eleştirmen birliğinden ödül aldığı Diane hap büyüklüğünde bir buhran filmi. Bana çok alakasız bir şekilde Kazuo Ishiguro’nun Avunamayanlar romanını anlatan yapım bilhassa son çeyrekte zaman – mekan kavramıyla oynayarak boyundan büyük işlere kalkışıyor. Aile olmaya dair türlü türlü problemin ebeveynlik mertebesine erişip acaba hatayı en başında ben mi yaptım dedirten hâlini sevmiyor değilim. Fakat Diane’in kaygıları çok havada kaldı benim için. Kent Jones ilk uzun metrajlısında final için kafasında tasarladığı oyunları filmin kalanıyla birbirine bağlamakta sıkıntı çekmiş. En azından ben bir seyirci olarak sona yaklaştıkça çok yabancılaştım Diane’in dünyasına ve o ana kadar umursadığım bütün ilişkileri bir avazda kenara atıverdim.
ZOMBI CHILD
Demlendikçe daha çok sevdiğim bir önceki filmi Nocturama’nın gazıyla başına oturduğum Zombi Child kafası dağınık, Yeni Dalga’ya yüzünü dönmüş Fransız yapımlarından bir diğeri. Açıkçası ırkçılığın günümüzdeki yansımasını ele alırken kulağını tersten tutması ve kolonyalizmin zombiler üzerinden bir düzleme oturtularak açılması filmin başlarında beni heyecanlandırmadı değil. Yalnız Bonello, tıpkı Nocturama’da olduğu gibi çabuk tüketiyor elindekileri. Pek orijinal çıkış noktası ellere karışıyor, film daha önce sayısız örneğini izlediğimiz mızırdanmalardan birine evriliyor. Biraz tekinsizliğinin, biraz da bütün motomotluğuna karşın tahmin edilemezliğinin ekmeğini yiyor. Biraz daha çalış Bonello ağabeyciğim, söz veriyorum o parlak zihinden bir taşyapıt mutlaka çıkacak!
TOO LATE TO DIE YOUNG
Geçtiğimiz yıldan beri izlemek için yanıp tutuştuğum Too Late to Die Young da büyük bir hüsran yarattı ne yazık ki. 1990 yılında Şili’de geçen bir yaz ve büyümenin en civcivli çağlarında üç çocuk. Masumiyetin ufaktan ellere karıştığı, sadece aşkın değil hiddetin de bilmediği karanlık köşeleriyle tanıştıkları bir aralık. Ama ilk kez bir filmini izlediğim Dominga Sotomayor Castillo’nun dünyası görsel olarak tutturduğu dikişi hikâyede yakalamıyor ne yazık ki. Garip bir şekilde Too Late to Die Young’ın kelimelere ihtiyaç duymadığı kısımlardan çok daha büyük bir haz aldım ben açıkçası. Çünkü bütün cazibesini o medeniyetten kendini arındırmış doğa ile kuruyor. Genç âşıklar o manzara eşliğinde yeşerirken film de su gibi akıp gidiyor.
MAIDEN
Ve son durak, Maiden! Oscar’ın belgesel yarışında esamesi okunmayan yapım tarihte yelkenli yarışlarına katılmış tamamı kadın ilk ekibi ve bilhassa onların lideri Tracy Edwards’ı konu alıyor. Kendini övmektense olan biten her şeyi anlatıp takdiri seyirciye bırakmayı tercih eden belgesellerden olması sebebiyle ben izlerken pek keyif aldım. Hiç umursamadığım bir sektörden (öhöm, spor) örgütlenmiş cinsiyetçiliği kazıyarak atan kadınların öyküsünü öyle de güzel anlatıyor ki hipnotize olmamak imkansız zaten. Belki röpörtajları fazlaca kullanması üzerine bir eleştiri getirilebilir. Bu Maiden’ı film olmaktan çıkarıp biraz National Geographic özel projelerine dönüştürüyor. Ama bitiş çizgisindeki yaşlanmış gözler için hepsine değer!