Eleştiri
The Invisible Man
Narsist bir sosyopatla mevcut ilişkisini zar zor bitiren bir kadının hikâyesi olması benim adıma zamanlı ve neredeyse otobiyografik bir değer taşıyor diye üzerine düştüğüm The Invisible Man’i nihayet izleyebildim. Gerçi kötü karakteri elini kana bulaştırmaktan asla çekinmeyen bir cani olduğu için bu biraz zorlama bir benzetme oluyor ama taş atma fırsatının iyisi kötüsü olmaz diyelim, önümüze bakalım biz. İptal olması söz konusu 2020 sinema yılı ve dolayısıyla ödül sezonunun şimdilik oyunculuk kategorilerine malzeme çıkarabilen tek yapımı korku/gerilim türüne ait, klasik formülleri benimsemiş bir iş. Yönetmen ve senarist Leigh Whannell’in filmografisi zaten barındırdığı Upgrade ve Insidious: Chapter 3 gibi yapımlarla derli toplu saygı duruşundan daha fazlasını veremeyeceğini işaret etmekte. Elisabeth Moss’un uzun zaman sonra oyununa destur çeken bir yönetmen ve tabii doğru parçaları birleştiren bir kurgucu ile çalışması neticesinde Mad Men’den bu yana ilk dişe dokunur performansını vermesini sağlayan materyal de biten ilişkisinin ardından sevgilisinin bir nevi hayaletiyle başa çıkmak zorunda kalan bir kadına odaklanıyor. Görünmez eski sevgili hayatını zindan ederken esas karakterimizi de gerçekten, hayatında önemli bir yeri olan herkesten uzaklaştırıyor ve kurtuldum dediği noktada esas kızımız Cece tekrardan yalnızlaşıyor. Belli bir noktaya kadar seyircisini de ikilemde bıraktığı için kesin kadın karakterini psikolojisi bozuk eyleyerek her şeyi kafasında dönen şeylere bağlayacak diye korktuğum The Invisible Man’in tek sevdiğim kısmı kolay yolu seçmesi. Evet, kolay yol diyorum çünkü bariz eylemlere hayal ürünü muamelesi yapılmasını meşrulaştıracak bir çözüme yelken açılmıyor, ki filmi bir nebze konuşulmaya değer kılan da bu. Gerçekten suçlu nihayet bir erkek ve tarifi imkansız zulmün ortasında ondan kurtulduğu gibi tek başına ayakta kalamayacağından başka bir erkeğin kollarına koşmamış bir kadın var. Önemli mi kendine hızlıca bir başka liman bulması? Hayır, ama bu kadar yıkıcı bir süreçten sonra içe dönmesi ve tek destekçisinin karşı cinsten bir çocukluk arkadaşı olması hikâyeyi bir nebze dokunulmaz, hatta inandırıcı kılıyor bence. Kusurları tamamen ritimsizliği ve sondaki Desperate Housewives-vari finalle ilgili. Bu kadar lafı dolandırmasına destek sağlayacak bir öykü yok çünkü ortada. Birkaç efektik manevra ile bitiş çizgisine ulaşabilecekken başından sonu belli katarsisleri kovalıyor. Kadının fendi mesajları arasında en büyük psikolojik ve fiziksel şiddeti yine kadın karakterinin görüyor olması biraz düşündürücü tabii. Ama bunu da son çeyrekte sayıları eşitleyerek dengelemeye çalışıyor. En nihayetinde kör kör parmağım gözüne bir yol haritası çizmiş kendine The Invisible Man. Olup olacağı ve olmak istediği film de belli. Bu kadar çok konuşulmasının tek sebebi kurak geçeceği belli bir takvimde sonunu getirmeye layık gördüğümüz sayılı yapımlardan biri olmasıyla alakalı. Moss’un acı çekerken kamera lensine saldırmayan oyununu miras olarak alalım, kalanını korona aşüftesinin mevcudiyetine bırakalım.