Eleştiri
The Assistant
Harvey Weinstein’in kellesini kesip tanrılara armağan ettikten sonra film endüstrisindeki dikkat çeken güç değişimi kadın merkezli anlatılara ve anlatıcılara eskiye göre daha fazla fırsat yaratırken o çok da uzak geçmişte sayılmayacak hastalıklı habitatın birer ikişer röntgeni çekilir oldu. Aynı takvim yılı içerisinde izlediğimiz The Morning Show, susma/susturulma kültürünün suçsuzu bile en azılısı kadar tehlikeli hâle getirdiğinin altını çizerken Telluride’ta prömiyerini yapan The Assistant 24 saatlik bir zaman dilimi içerisinde aynı temaları daha ekonomik bir düzeyde ama tek karakter üzerinden derinlemesine inceliyor. Pekâlâ adı The Weinstein Company ya da Miramax olabilecek bir film şirketinde kişisel asistanlardan biri olarak çalışmaktaki Jane’in başından geçenler belki bugünün Hollywood’unda karşılığını bulamayacak cinsten psikolojik ve kendisine olmasa bile etrafında patronu tarafından av olarak kodlanmış kimselerin üzerinde fiziksel bir istismarın izini sürüyor; ancak çağ dışı yönetici tavırlarının dünyanın gözü önündeki sektörün haricinde bir yerlerde varlığına sürdürdüğüne fazlasıyla eminim. Yapılmamış hatalar için dilenen özürleri, sırf parayı elinde tutanın paşa gönlü istiyor diye sorgusuz sualsiz uyulan ritüelleriyle The Assistant, yeşil kağıt parçalarına belimizi bağladığımız düzenin içerisinde elimizdeki diplomalar, dolu dolu CVler ve kişisel karneye atılmış cilalara karşın başlangıç basamağındaki pozisyonlara layık görülen muamelenin en çıplak hâlini sergiliyor. Tabii ki de büyük bir genellemeye gidip herkes aynı koşullara maruz kalıyor demek yanlış. Fakat ucundan kıyısından tanıdık bulunabilecek iş veren davranışlarından tatsız bir kolaj bırakıyor masaya The Assistant. Filmin esas kırılma noktası elbette Jane’in insan kaynakları departmanında muhattabıyla karşılıklı oturmak zorunda kaldığı kısım. Yönetmen/senarist Kitty Green bütün hikâyenin burada derin bir viraj aldığının farkında olmasına karşın parıltısız, seyirciden zorla reaksiyon almak için mücadeleye girişmediği bir tavırla ele almış bu sahneyi ve işe de yarıyor açıkçası taktiği. Ozark’ta tanıyıp sevdiğimiz Julia Garner’ın sene sonu listelerinde adını görmemize imkan tanıyacak performansıyla kancalarını size geçirip yeni yeni fendini yendiğimiz bir anlayışın iş ortamında, kadını kadına kırdıran düzenini hatırlatıyor. İşin bilhassa cinsiyetlerden çıkıp mental bir iç savaşın fitilini ateşleyen tarafında eli epey kuvvetli. Belki buraya biraz daha oynamayı denese ve bakın bu aymazlık nasıl da normalleştirilmiş, nasıl da yutturulmuş bizlere derken gündelik ofis zırvalıklarının üzerinde bu kadar çok mesai harcamasa daha da etkili olacak. Ama Kitty Green’in kendine çizdiği rotayı da anlayabiliyorum, sonuçlarının istediği tokat tesirini yaratabildiğine inanmasam da. Çünkü ister istemez isim vermeden Harvey’nin aşağılık geçmişinden yarı biyografik bir sayfayı taşıyor perdeye. Perspektifi değiştirmiş olsa da bu minik bağımsız tüm esprisini bir gimmick‘e bağlıyor kısacası. Seyirciyle iletişiminin kırılması da bundan sebep bence. Biraz kaçak oynuyor ne de olsa elini. Gösterip vurmaktan kaçınıyor. Bu noktada da bir belgeselden farkı kalmıyor.