Pride Boy
#PrideBoy: Coming to America
Siyah sinemasına dalıp da asla es geçemeyeceğiniz birkaç durak var bence ele aldığınız filmin kalitesinden bağımsız olarak ve onlardan biri de hiç kuşkusuz Eddie Murphy. Saturday Night Live ile seksenlerde başlayan, başarı üstüne başarı kovaladığı, kendisinden sonraki siyah komedyenlerin de önünü açan çok değerli bir kariyer. Yalnız sonrasında derinine indikçe ama neden diye sormaktan kendimizi alıkoyamadığımız bir takım hadiselere de ev sahipliği yapmış özel hayatı. Ancak ben bugünü yalnızca önümüzdeki yıl içerisinde Netflix’te devam filmini izleyeceğimiz Coming to America’ya ayıracağım. Politik olarak doğru bir yere konumlanmanın mevzubahis olmadığı bir zaman aralığında inşa ettiği için filmografisini Coming to America’yı da buradan şişlemenin bir anlamı yok diye düşünüyorum, ki problematiklik seviyesi asgaride denilebilecek bir Eddie Murphy güldürüsü bu. Wakanda’nın henüz dünyaya varlığını hissettirmediği yıllarda Afrikalı bir prens ayrıcalıklarını bir kenara koyarak New York’un sözde en bedbaht bölgesi Queens’e, kendine bir kısmet ve kraliyetten bağımsız bir benlik arayışının öyküsü anlatılıyor. Bir takım yol arkadaşları, sınıfsal farklılıkların ırkın her şeyden çok önemli teşkil ettiği bir düzenle buluşması ve kadının araca dönüştü erkek merkezli bir serüven hâli. İyi yaşlanmış bir film olduğunu iddia etmek için deli olmak lazım. Fakat nostaljisiyle hem Murphy’nin pik noktasını, hem de kariyerini çok daha erken bir vaziyette rafa kaldıran Arsenio Hall’un Arsenio Hall olduğu yılları görmek adına iyi bir fırsat. Haricinde ne denilebilir bilmiyorum. Biraz dünyanın baş etmekte hâlâ güçlük çektiği problemleri farklı bir yerden ele almaya çalışıyor derme çatma da olsa. Buradaki prensin şimdi bile aynı ten rengine sahip olana hayal ürünü gibi gelen ayrıcalıkları bütün kaynakları ve dolayısıyla gücü elinde barındıran (artık buraya kimi monte ediyorsanız) kimselerin bir yansıması. O tatlı suyundan alınıp karaya atıldığında da çırpınarak nefes almaya, olurunu bulmaya gayret ediyor. Ancak romantik ilgilisinden modası keşke erkenden bitseymiş dedirten tek oyuncuya birden fazla karakter oynatma demodelikleriyle en nihayetinde klişe bir seksenler komedisine dönüşüyor işte. Baktığım yerde de çok yargılayıcıymışım gibi davranmak istemiyorum. Ancak bazı öncülleri, arkasından gelenlerden sonra izlemenin tesiri burada da devreye girdi. Belki bu ikonik tarihin tam anlamıyla bir parçası olamamanın eseridir. Neyse okyanusun bu tarafından bir mirasa da ortak olmayalım canım, ne var yani?