Pride Boy
#PrideBoy: Moonlight
Mother yüzünden Black Swan, Nocturnal Animals sebebiyle A Single Man ve (Malick’in) çektiği son üç beş kepazelik sağolsun The Tree of Life nasıl darbe yediyse gözümde If Beale Street Could Talk sonrası da Moonlight’tan uzaklaşmıştım epey. Barry Jenkins’in kamerasından gördüğü dünya bütünüyle stilize edildiği, her bir parçası mübalağalı bir çerçevenin içerisinde gerçek anlamından koparılarak ve hatta kendini önemseyen bir yaklaşımla süslendiği için tereddütlüydüm. Ama beni çok mutlu eden bir şey oldu: Yanıldım! Moonlight hâlâ ilk günkü etkisini koruyor ve Oscar’da elde ettiği başarının değerini daha da iyi anladığım bir yerden görebildim bu sefer her şeyi. Yani üzerine bolca sohbet ettiğimiz bir film olduğu için tekrar ne söylenebilir bilmiyorum. Ama ufak da olsa üzerinden geçecek olursak… Jenkins yol arkadaşı Tarrell Alvin McCraney’nin kendi deneyimlerinden dayanarak senaryolaştırdığı, üç farklı zaman diliminde geçen bir anlatıyla buluşturuyor seyirciyi. Chiron benliğinin en derinlerine inerken hiddetini, gerçekleşmeyenlere biriktirdiği hüsranı, epeyce karanlık bir yazgının izini sürüyor. Toplumun dayattığı erkek rolüne sınırları çok daha net bir şekilde çizilmiş siyah komünitenin içerisinde hem o kırılgan egolar, temeli sakat aile kavramı, kimliği bazı bazı öteleyerek cinsellik elden geçiriliyor. Chiron büyüdükçe görsel ortaklıklar ve tabii hem olduğu kişiyi inşa ederken kullandığı baba figürü hem de ilk gençliğinin isyanlarında ateşi harlayan diğer katılımcısıyla dünden bugüne organik bir rota çiziyor kendine. Dile getirilmeyenlerin, suçlunun parmakla gösterilmediği, alışılmışın dışında fakat bir o kadar da bildiğimiz bir öykü işte. Ancak toz dumana karışıp her şey bitince, havadaki sis bulutu yok olunca anlarız ya o travma demeye çekindiğimiz yaşanmışlıkları. Moonlight da zaman akıp gittikçe, Little Chiron’a, Chiron Black’e dönüşünce çözüyor bilinmezleri. Kuir sinemaya ait gördüğüm kadar bu kroşe üstüne kroşe dalgalı denizi tipik bir büyüme hikâyesi bir yandan da. Ve limitet seyirciye ayrılmış mutaassıplıkta olmamasına karşın ana akım sinemada bir kırılma noktası olabilmesinin sırrı da bu bence. Kimsenin hoşgörüsüne ihtiyaç duyduğumuz için değil, aman o nefret ettiğim kelimenin yer aldığı tartışmalara girmeyelim. Yalnızca Jenkins ve bunları bütünüyle deneyimlemiş McCraney’nin, nasıl ki kadın yönetmenleri artık “kadın” diye özel olarak belirterek ayırmadığımız bir noktaya erişebilmek istiyorsak, kuir sinemayı da başına LGBTQ+ öyküsü diye etiketlemediğimiz geleceğe olan açlığımızda dev bir adım attığını düşünüyorum. Şefin öpücüğünü de bir kez daha buraya bırakalım, oyuncuları ve bilhassa Nicholas Britell’in Jenkins’in dünyasının tesirini artıran bestelerinin de altını çizelim, tam olsun.