Eleştiri
One Night in Miami
Evlerimize kapanmış olsak da gündemi yalnızca pandemiyle dolu olmayan 2020, yaz başında polis şiddetinin doruğa çıktığı Amerika’da #BlackLivesMatter hareketinin ne acıdır ki 21. yüzyılda bile ihtiyaç duyulduğu için tekrardan doğuşuna şahitlik etti. Bütün dünyayı etkisi altına alan protestoların sinema sektöründe bir karşılık bulması, film çekme süreleri dikkate alındığında çok da mümkün olmuyor biliyorsunuz ki. Ancak hazırlandığımız Oscar sezonunun şimdiden öne çıkan yapımlarında ağırlığın siyah anlatılardan yana olması ve bir çoğunun bitmemiş prodüksiyon süreçlerine rağmen zor koşullar altında gösterim tarihini bu takvim yılı içerisinde tutmaya gayret göstermesi tesadüf değil. Televizyondaki başarılı kariyerini yavaştan beyazperdeye taşımaya çalışan, yeni Oscarlı ve dört Emmyli aktris Regina King’in yönetmenlik koltuğuna oturduğu One Night in Miami de bu yapımlardan biri. Aynı adlı tiyatro oyunundan perdeye taşınan yapım, altmışların dört siyah ikonunun birlikte geçirdiği kurgusal bir geceyi konu alıyor. Korkusuz aktivist Malcolm X, henüz Muhammad Ali olmamış Cassius Clay, kadife sesli efsane şarkıcı Sam Cooke ve eski NFL efsanesi, sonraların Hollywood yıldızı Jim Brown… Tahmin edebileceğiniz üzere, metin bütünüyle bu dörtlüye odaklandığı için aralarındaki sohbet sahip oldukları şöhrete ve bu şöhretin Amerika’daki siyahlar için ne ifade ettiğine uğramadan edemiyor. Hatta özel hayatlarının yer işgal ettiği alanlarda bile mevzubahis münakaşalar bulundukları platformu nasıl kullandıklarının, bir sanatçının hitap ettiği topluma karşı yükümlülüklerini sorgulayan argümanlarla dolu. Dördünün hayatları da aynı şiddetlerde olmasa bile farklı mücadelelerin meydanı olmuş. Birisi İslam ulusunun kaygılarını dillendiriyor, diğeri Müslümanlığa geçiş arifesinde, kimisi kariyer değiştirerek beyazların hakimiyet kurduğu bir yerde söz sahibi olma amacında, kimisi ise kurduğu konfor alanının sınırları işgal edildiği için isyanlarda. Oldukça dengeli, karşılıklı laf dalaşlarını plastikleştirmeyen diyaloglarla da finale doğru yol alıyoruz. Öncelikle One Night in Miami’nin hazmı çok kolay, tarih dersi niteliğinde ve bunu didaktik dille yapmayan bir iş olduğunu belirtmek gerek. Oyundan adapte edilmiş tekstler ile mukayese edersek üzerinde sahne tozunu da çok hissetmiyoruz. Bu hem Regina King’in kısıtlı bir alan içerisinde dinamik tutmaya çalıştığı rejisiyle, hem de dört oyuncusunun abartıdan sakınan performanslarıyla alakalı. İnanılmaz bir uyum içerisinde ilerlediği için her şey, kişisel maceralarını terk ettikten sonra gelişme kısmı tek mekanda vuku bulan film kan kaybetmiyor. Bunun haricinde kendini önemsemekten de epeyce çekindiğini düşünüyorum ben One Night in Miami’nin. En nihayetinde bir hikâye anlatıldığının ve bunun sinema yoluyla yapıldığının gayet farkında. Bu da mesajını çok net bir dille veren finaldeki Leslie Odom Jr. performansını ekstra etkili kılıyor. Benim tek problemim, “bugüne ait” olmasını arzuladığım yapımın dönemin sivil hakları hareketinden doğan çatışmalarını, bilhassa siyah erkekler üzerinde kurulan toksik maskülen imajın çarpık yapısını daha sert bir dille konuşamaması, günümüze de bir kuyruğunu taşıyamaması oldu açıkçası. Mevcut ifade özgürlüğüyle biraz bağnaz kaldığını inkâr edemiyorum. Ama haricinde, hele ki yarışta yer alan beyaz karşılığını gördükten sonra bu tipik Oscar yemini belli standartların üzerinde bulduğumu, seyirci canlısı olduğunu söylemeliyim.