Eleştiri
The Trial of the Chicago 7
Oscar’ın tarihi ve dolayısıyla tüm sezon 2-3 ay kaydığı için Ekim’de Netflix kitaplığındaki yerini almasına karşın bir yaz filmi muamelesi yapabileceğimiz The Trial of the Chicago 7, ilk kez Molly’s Game ile kamera arkasına geçen Aaron Sorkin’in yönetmenliğini yaptığını ikinci uzun metrajlı film. Televizyon efsaneleri arasında yer alan The West Wing, Sports Night ve The Newsroom haricinde sinemada da The Social Network, Moneyball ve Steve Jobs ile ne denli güçlü bir kalem olduğunu kanıtlayan Sorkin, ne kadar da bugüne ait öyle değil mi diye pazarlanan bir maskaralık ile kalbimden daha beyaz liberallerin beğendikleri için kendileriyle gurur duyacağı bir iş çıkarmış ortaya bu sefer. Öncelikle projenin Steven Spielberg’ün elinden geçtiğini not düşmek gerekiyor sanıyorum. 68 yılında Demokratik Ulusal Konferansı’nda o dönemin gündemindeki Vietnam Savaşı’na karşı protestolar düzenleyen, hükümet tarafından da halkı ayaklanmaya teşvik ettiği için suçlanan yedi sanığın yargılandığı duruşmayı konu alıyor laboratuvar ortamında Oscar için yapıldığını hissettiren müsamere. İşin temeline indiğinizde gerçekten de bu olayın radikalleşmek için nefes alacak alan arayan Amerika’daki politik iklim, yargı sisteminin temelindeki adaletsizlik ve hatta aynı cephede mücadele veren sivil haklar hareketi için ne kadar değerli olduğunu görüyorsunuz. Yalnız Sorkin filmini problem sistemde değil içindeki insanlarda ve hayır şu an konuşmamız gereken davalılar ya da davacılar değil, sadece anlı şanlı avukatların verdiği namuslu mücadele olmalı gibi oldukça sığ, tek taraflı, düpedüz beyaz bir yere çekmiş. Burada işin yalnızca senaryo ayağından bahsediyoruz; ancak asıl felaket Sorkin’in kamerasını konumlandırdığı ve çalıştığı oyunculara verdiği direktiflerle geliyor. Çünkü sıradan bir prosedür/mahkeme draması olması için verdiği eşsiz mücadelede üçüncü boyuttan yoksun, gerçek olmasına rağmen kartonlaştırılmış, tamamı karikatürize, ya ak ya da kara karakterlerini canlandıran aktörlere bunun amatörce bir piyes gibi hissettirmesini sağlayacak performansları vermeleri adına yalvarmış. Jeremy Strong’un neredeyse tamamı Britanyalı ekip arasında tek Amerikalı oyuncu olarak sırıtan aksanı, Eddie Redmayne’in kendinden önemli oyunu ve daha nicesi tüy üstüne tüy kondurarak Netflix damgalı işi iyice tahammül etmesi zor doksanlar sinema ahlakına sürüklüyor. Hepsinden geçiyorum, bir bütün olarak ele alıp, Frank Langella tarafından canlandırılmaktaki nüanssız, katran karası, parodilere malzeme niteliğindeki yargıcı bile yutkunuyorum… Altmışlı yıllarda siyah haklarını savunmak üzere harekete geçen halka askeri hizmet veren Kara Panter partisini figüran niyetine kullanmasını, bu kısmın Sorkin’in yazdığı çöpten hâllice senaryoda hiçbir amacın gereğini yerine getirmemesini aşamıyorum sanırım. Lise müfredatından çalınıp çırpılmış tarih dersinin bir belgesel gibi her virgüle, her noktaya dikkat etmesini beklemek tabii ki de absürt. Fakat ortaya çıkardığınız sanat eseriyle baş öğretmenliğe soyunuyorsanız anarşist Abbie Hoffman’a devlet övdüremez, kapanışı yanlış sebeplerden tüylerimizi diken diken edecek bir maskaralıkla gerçekleştiremez ve en önemlisi, çamaşır suyuna batırılmış çağ dışı bir siyaseti 2020 yılında yapamazsınız, üzgünüm.