Eleştiri
The Boys in the Band
Yaptığı son 20 diziden 19’u çöpü andırsa da tıpkı Arka Sokaklar gibi anlayamadığımız bir şekilde yerin yedi kat altına dizileriyle birlikte gömülmeyen Ryan Murphy, parmağını yalayıp havaya tutarak yine rüzgârın yönüne bakmış ve ne tutar, biz bütün dünyadaki kuirları nasıl kandırırız diyerek altmışların sonunda tiyatrodaki yolculuğunu bir uyarlama ile devam ettirmiş, yakın tarihte Broadway’de oynanmış The Boys in the Band’i uyarlamaya karar vermiş. Netflix’le yaptığı beş yıllık anlaşmanın parçası olarak The Politician, Hollywood ve Ratched fecaatleriyle evlerimize konuk ettiğimiz Murphy’nin her zaman olduğu gibi beyaz gaylerinden bir koleksiyon var karşımızda. The Normal Heart’ta yollarının kesiştiği Joe Mantello yönetmen koltuğunda oturuyor, kadroda ise ne yaparsa yapsın iyi oyuncular olduğuna bizi ikna edemediği Matt Bomer, Jim Parsons ve Zachary Quinto’lu bir kokteyl mevcut. Bütün cis gay erkek klişelerinin teker teker ziyaret edildiği metin zaten ait olduğu zaman diliminin izlerini fazlasıyla taşıdığı, raf ömrünü çok önce tamamladığı için tonlarca sakat söyleme ev sahipliği yapmakta. Fem ve orospufobik karakterini affetmemiz için verilen mücadele, tek eşliliği yücelten ortodoksluğu, herkesi eşitlemeye çalışırken faşizmin renk görmeyen kancasına takılması… Ama tüm bunların ötesinde tekstin ve bu adaptasyonu yapanların fazla altını çizdiği bir kendinden nefret etme hâli, kuir bireyler olarak benliğimizle barışamamamızı ataerkil yapının kendisinden farklı olana nefes aldırmamasından daha temel bir problemmiş gibi resmetmesine takıldım ben. Jim Parsons’ın ilelebet ukalalık, saygısızlık ve haddini bilmeme üçgeni içerisinde gidip gelen karikatürden bozma karakterine final bloğunda teslim edilen bir monolog var ki burada oyuncunun yetisizliğiyle de birleşince sahne, aman canım alkoliktir ne yapsa yeridir diyemedim artık. Yalnız asli sıkıntımın 2020’de hâlâ The Boys in the Band adı verilmiş bu paçavra senaryo ile sabrımızın sınanması olduğunu da not düşmem gerek. Bu ne yapsa olmayacak, mübalağalı performansta dahi ölçüsünü bulamayan kadroyla, tek mekanın klostrofobik etkisiyle eğlenmeyi başaramayan rejisiyle ve tiyatroda biriktirdiği bilgiyi beyazperdede bir türlü kullanmayan yönetmeniyle münasebetimin etkisi sanki biraz daha geri planda kalıyor gibi. Ben artık mutsuz, ailesini suçlu bulan, heteronormatif düzene özendiği için dipsiz kuyularda merdivensiz kalan, gençliğini yaşayamamasının acısını dahili bir öfkeyle dillendiren eşcinseller izlemek istemiyorum sadece. Yeter. Bıktım. Çok bıktım hem de. O yüzden burada elimdeki eser miktarda birikmiş alkışı, filme ve bu örümcek ağı bağlamış hikâyeye nefes aldıran Robin de Jesús’a teslim edeceğim. Ne müthiş bir keşif ama…