Dizi Eleştirisi
Bir Başkadır
Daha evvel dijitale yapılan yerli dizilerden herhangi birini tüketmemiş bir izleyici olarak, Berkun Oya harikası Bir Başkadır’a mukayese eleştirmenliğinin deformasyonuyla vurulmadığımı belirterek başlamak istiyorum yazıma. Kimin neyi sevip neyi sevmeyeceğine karar veren mercilerle güreş ettiğimiz tatsız günlerde, Ferdi Özbeğen’i çalma listelerimize yerleştiren bu şahanelik, Netflix kitaplığına gökten zembille inerek sonunu getiremediğimiz bir övgü şelalesinin muhattabı oldu. Nedir peki iltifatlarımızın sebebi? Yeni Türkiye başlığı altında değişen, çatışan, ötekileşen ve ötekileştiren herkesin hayatlarını ucundan kıyısından birbirine değdirmiş, dört başı mamur bir mozaik var karşımızda. Hepimizin az çok bildiği, ama çoğu zaman doğru kelimeleri seçerek cümleye dökemediği bugüne dair gerçekliğimizi en çıplak hâliyle ekrana taşıyor. Liberali, türbanlısı, Kürt’ü, taşralısı, şehirlisi, oyuncusu, doktoru, gündelikçisi, koruması, imamı, engellisi, Erdoğan ile zengin olanı, kimliğinin gördüğü baskıyı unutmayanı… Berkun Oya’nın son yirmi yılda tümüyle değişmiş bu coğrafyaya dair müşahedesinde, herkes kendine bir yer bulmuş özetle. Politik olarak konumlandığı yer sebebiyle daha iyi tanıdığı kesime bir tık fazla acımasız davransa da dizisinde beliren yüzlere belirlediği koşullar eşit esasında. Tarafsız, mesafeli bir yerden sevilmek, görülmek, duyulmak ihtiyacı güden bizim insanımızı gözlemlemeye koyuluyor. Büyük bir incelikle ve ustalaştığı kalemini oldukça iyi kullanarak hem de. Çok sevdiği yerli sinemacılardan miras kalan kadrajlarına biçimsizce şehirleşmiş İstanbul’u, bu dev kaosun içerisinde tıkılıp kaldığımız fanusları da hafızalarda yer edinecek kareler yaratarak monte etmiş. Her şeyden evvel çok da temiz, özgün bir sinema diliyle dikilmiş karşımıza. Bir Başkadır’da koltuğa kondurulmuş yatak yastığından aile babasının eline tutuşturulmuş tabletine kadar eksiksiz bir habitat yaratılmasını, tıkır tıkır işleyen sorunsuz kurguyu, nostaljik öğeleri eskiye özlem için değil bugün ile dünün arasındaki bağın o kadar da esnek olmadığını hatırlatmak için kullanmasını takdir etmemek imkansız. Ancak başarısının temelinde bambaşka bir şey var bence. Türkiye’nin siyasi anlamda ilerlediği yöne tamamen aldırış etmediğini söylemesek de tek bir ağızdan aynı üslubu benimsemiş anlatıcıların tıkanıp kaldığı yokluk, çıkışsızlık ve taşra üçgenini terk ediyor Berkun Oya. Kendi cümlelerini karakterlerine söyletmek yerine, karakterlerinin kendi cümleleriyle konuşmasına izin veriyor. Yazıyı kapatmadan evvel Öykü Karayel, Fatih Artman, Funda Eryiğit, Tülin Özen, Nesrin Cavadzade ve Defne Kayalar’ın adını anmazsam olmaz. Bige Önal ve ekonomik oyunuyla parlattığı Hayrunnisa karakterine de bir parantez açacağım izninizle. Siyahla beyazdan oluştuğunu sandığımız bir mozaikte bütün renkleri anlatırken kuir sulara girmekten azıcık kaçınan Berkun Oya ufak bir ima bırakmış hem gece kulübündeki sahnede, hem de başörtüsü olmadan kapıya çıktığında babası tarafından hazırlanması için uyarılan Hayrunnisa’nın o “açılma” konuşmasında. Belki de “kaçınmak” dediğim kasıtlı bir eylemin sonucu, bilemiyorum. Hetero olmayan her bireyin hayatının bir noktasında öyle ya da böyle yüzleştiği, dolap kapağı kırdıran sohbetin mikro bir temsili mevcut çünkü burada. Kontrastları bol sandığımız iki dünya arasındaki inkâr edilemeyecek benzerlik beni de dolanıp durduğum eko çemberimden çok güzel alıkoydu. Alkış? Alkış.
Metin
14 Kasım 2020 at 20:54
Diziyi izledim. Kötü degil, hatta iyi bile. Toplum-karakter gözlemi açısından Türk sinemasında örneklerinin olduguna inandıgım bir anlatıya sahip. Ama hem sevenleri (kutsayanları) hem de tepki gösterenleri bir yerde anlıyorum. Sevenlerin aşırı sevgisi belki de tepkiye neden oluyor. Senin de tartışmalarını da izledim sosyal medyadan. Bu yazdıklarım çok yanlış anlaşılabilir ama senin özelinde örneklersek; örnegin Ferdi Özbegen dinlemeye başlatmasından tut da karakterlerinin temsil ettikleri üzerinden Türkiye okuması yapmana sebep olan şey sanırım aslında içinde bulunan topluma olan yabancılıgın bir gözlemcilik sıfatı ile kırılması. Yani dünyayı takip ederken ülkedeki kadınlar, LGBTİ mücadelesi, el degiştiren sermaye, yoksulluk, yozlaşma, ayrışma etrafından kayıp gidiyor bazı insanların ve o insanlar, ilk kez toplumla tanışmış gibi oluyorlar bu dizi ile. Belki de bu begeninin altında yatan şey budur. Yani şöyle de örnekleyeyim; çok sevdigim bir arkadaşım bundan iki sene önce Pride zamanı “Ay İstanbul’da yürüyemiyoruz nasılsa” diyerek Barcelona’ya Pride “kutmalamaya” (!) gitti. Oysa aynı zamanda burada insanlar İstiklal’de sürükleniyor, üzerlerindeki gökkuşaklı giysileri çıkarmaya zorlanıyor, sokak sokak kaçıyor falandı. Şu an kendisinin çok sıkı “Me Too” twitlerini falan okuyorum. Amerikanın cinsiyet politikaları ile ilgili fikirlerini okurken Türkiye’ye bilinçli uzaklıgını düşünüyorum. Mesela o arkadaşımın da bu diziyi çok çok begenmiş olduguna inanıyorum. Bu, kötü bir şey degil elbette. Ama bu düşüncenin bazılarının da aklına geldigini ve buna yönelik tepkinin yanlış bir şekilde diziye de yöneldigini düşünüyorum. Bence dizi iyi. Detayları iyi, oyuncuları iyi. Sıkmadan, sarkmadan izleniyor. İlk başta bahsettigim sinemasal akrabalıkları da düşündükçe hatta çok da güzel demleniyor.
Umur
14 Kasım 2020 at 21:10
Yok yanlış anlaşılmadı. Dizide anlatılanın bir benzeri de burada olmuş. Sen de beni ötekileştirmişsin. Hangimiz ülkemizi daha iyi tanıyoruz mücadelesinde may the best woman win… Zaten Bir Başkadır’ı beğenmeyenlerin genel argümanı hayır bu ülkeyi ben daha iyi tanıyorum, otur aşağı oluyor. Ayrıca senin bu yorumun da ülkenin gerçeği haricindeki bütün meseleleri değersizleştirmeye yönelik olmuş ama hepimizin kendince dünyaya baktığı bir pencere var diyelim, bunu da geçiştirelim.
Metin
14 Kasım 2020 at 21:51
Gücendirmedim umarım seni. Kötü bir niyetle yazmadım; sadece dizi üzerinden giden tartışmayı kendimce yorumlamak istedim.