Eleştiri
Minari
Kağıt üzerinde iyi gözüken bağımsızların evi olmaya meyletmiş A24, First Cow sonrası bir de Minari ile dahil oldu 2020 sinema yılı sohbetlerine. Ana akımın pek tanımadığı, ilk çıkışını bu filmle yaptı diyebileceğimiz Lee Isaac Chung tarafından yönetilmiş yapım seksenli yılların Amerikası’nda Arkansas eyaletine taşınıp bir çiftlik kurmak üzere kolları sıvayan Koreli bir aileyi konu alıyor. Bastığımız topraklar yine özgürlüklerin ülkesi olduğu için tabii ki de hedefte o klasik Amerikan rüyası var. Büyük büyük hayallerinin peşinden koşarken varını yoğunu veren, her şeyinden feragat eden, üstelik bulundukları ülkenin vatandaşları olmadıkları için ekstra çaba sarf etmesi gereken bir aile bu. Baba hırslı, anne huzurun peşinde, evlatlar çalışan ebeveynlerinin gölgesinde çocukluklarını kaybetmek üzere, portreye dışarıdan dahil olan büyükanne de bu ailenin kültürel kimliklerinden kopmamaları için mekana yerleştirilmiş bir süs gibi âdeta. Bu “süs” ifadesinin özel olarak altını çizmek istiyorum; çünkü Minari’yi ilişki kurması zor bir metin hâline getiren tamamen bu plastiklik. Kadraja soktuğu, hatırı sayılır miktarda görünürlüğü olan bütün karakterleri belli başlı anahtar kelimelere köle ederek, ezberin de ezberi bir tablo çıkarılıyor ortaya. Kısık ateşte pişirilmesi için ocakta bırakılan muhtevasının tadı yok. Chung kırsalın orta yerinde, zaten çok minik bir çemberin içerisine sıkıştırmış insanlarını. Ancak bu çemberin darlığı ekonomik bir hikâye tercihi olarak değil de mücadeleyi değersizleştiren ve hatta sıradanlaştıran bir yeğleme olarak okunuyor nihayetinde. Bu aileyi umursamamız ve aralarındaki iletişimsizliğin dahi sevginin yerini alışkanlıklara bırakmasından kaynaklandığına inanmakta güçlük çekiyoruz. Benim sinemayla olan kişisel münasebetimde çocuk anlatıcılı/perspektifli yapımlara koyduğum mesafeden de bağımsız bir şekilde yavan Minari. Emile Mosseri’nin insanın içine dokunan besteleriyle bu renksiz anlatıya eşlik etme çabası dahi Chung’un müstevi yönetmenliği yüzünden değersizleşiyor, filmden bağımsız bir teşekküle evriliyor. Bu hiçbir parçası birbiriyle bağ barındırmayan öykünün sesi ya da gözü olmak için bir taraf seçemeyen hâli de katıksızlığını iyice sivriltiyor, cetvelle çizilmiş düz bir çizgiden bile özelliksiz eyliyor sanki. Belki şu kısımdan tutunabiliriz; Minari, bir başarı öyküsü, hiçbir şeyi olmayan bir ailenin her şeye kavuşmasının masalı değil. Otu böceği yakıp, sicimle tutturulmuş evliliği bile bir otoparkta dağıtacak kadar cesur hatta. Ama bu kadar işte. Final blokuna sığdırılmış birkaç “sıra dışı” tercihin, onlar da sıra dışı diyebilmemiz tamamen ivmesizliğinden, peşi sıra koşup tatsız tuzsuz bir şeyi tıkıveriyor ağzınıza. Bu büyünün gözleri kör ettiğine inanmamıza yetecek bir Steven Yeun performansı da yok ortada üstelik. Burning’deki karakteri gibi esneye esneye finali ediyoruz. Youn Yuh-jung’a teslim edilen iki esprinin hatırına yatay seyire katlanılabilenlerin yolu açık olsun diyelim. Biz biraz daha nitelikli, akılda kalan maceralara kalkışmış orkestra şeflerini beklemeye koyulalım en iyisi.