Eleştiri
The Surrogate
Kulağını tersten tutarak metafor üstüne metafor parçalayan filmlerin zorladığı mesaiyi değil ama net bir tartışma ortamı yaratarak seyircisine daha filmi izlerken soğuk terler döktüren işleri çok seviyorum. The Surrogate da tam olarak bunlardan biri. Hedefine giderken seçtiği rotayı yenilikçi addetmek güç; ama kendi fobilerinize yenik düştüğünüze şahitlik etmemek için sorduğu sorulara cevap vermeme mecburiyetinde kalmak, Jeremy Hersh’in ilk uzun metrajlı yapımını pek değerli kılıyor. Nedir peki meselesi? New York standartlarında orta sınıfa mensup diyebileceğimiz gey bir çift yakın arkadaşlarının taşıyıcı anne olarak yapacağı yardımla ebeveyn olmak üzere bir yola başa koyuyor. Her şey oldukça sıkıntısız giderken, esas karakterimiz Jess’in yaptırdığı test sonucunda Down sendromlu bir çocuğa hamile olduğu ortaya çıkıyor ve taraflar arasında bu çocuğu dünyaya getirmek ya da getirmemek üzerine bir tartışmanın kapıları aralanıyor. Gittiği yerde inanılmaz bir keşif hâlinde The Surrogate. Senaryoda tek bir fikir çarçur edilerek aynı temalara değinilmemiş. Kendi içerisindeki inişleri ve çıkışları teker teker izliyoruz üç ana karakterin. Bir yanda eşcinsel rüyasını beyaz normlarda yaşayan bir çiftin “normal”e duyduğu açlık var. Heteronormatif kafa yapısından bütün hayatları boyunca çekmelerine karşın inatla en kusursuz, en sorunsuz, toplumda en az dikkat çekecekleri, duvara asmalık mükemmel bir fotoğrafın parçası olmak istiyorlar çünkü. Down sendromlu bir çocuk maddi manevi bütün düzenlerini değiştirmeleri, nihayet istedikleri refaha, kulağını dışarıdaki her şeye tıkamış kendi yaşam alanlarına ulaşmışken o rüyanın tepelerine inmeleri demek onlar için. Ama üstünde söz sahibi olmaya çalıştıkları, bu alanı işgal ettiklerini de fark ettiklerinden nerede durmaları gerektiği konusunda tedirginlik yaşadıkları beden de onlara ait değil. Jess, haberi aldıktan sonra kendini eğitmek ve bu çocuğun doğumunun ardından hayatı boyunca karşılacağı zorluklara hem onun, hem de kendi ve tabii ki taşıyıcılığını yaptığı arkadaşları adına her şeyi öğrenerek göğüs germek istiyor. Bir taraf normale nasıl aşeriyorsa, Jess’in de açlığı bütünüyle “doğru” olana dair. Dolayısıyla iki cephenin boynuzlarını tokuşturduğu her anda yeni bir kıvılcım, bambaşka bir sual çıkıyor meydana. Benim nezdimde The Surrogate’ı bir tık yukarıya taşıyan da tüm bu sorular havada uçuşurken tarafsızlığı seçmesi. Kimi haklı, kimi haksız, kimi sempatik, kimi itici bulduğunuz bütünüyle kendi ahlak kodlarınızın ürünü. Hersh, yılın en iyi performanslarından birini sunan Jasmine Batchelor’a karakterin özünü enjekte edip direksiyonun başına neredeyse bir belgeselci edasıyla sadece gözlem yapmak üzere geçmiş. Bu bir sonraki projesiyle alakalı olarak beni çok heyecanlandırıyor açıkçası. Elini bu kadar açık oynamak, baktığımız yerden standartlar dışı ancak kelli felli gerilim filmlerine kıyasla sıradan sayılabilecek bir çatışmadan bu tansiyonu sağabilmek takdire şayan. Tempo problemlerinden, büyük yüzleşmesi öncesinde yaptığı tekerrürlerden bağımsız hepinizin izlemesini çok isterim The Surrogate’ı. Saklı hazineler grubunun en yeni üyesi ne de olsa.