Dizi Eleştirisi
Euphoria: Rue & Jules
Pandeminin henüz vurmadığı, parti sahnesi görünce ağlamadığımız, kalabalıkların anksiyete yapmadığı o yakın ama bir o kadar da uzak gerçeklikte ekran macerasına başlayan Euphoria malum sebeplerden ötürü devamını getiremediği ilk sezonunun ardından Noel’e yakın iki ayrı tarihe yerleştirilen özel bölümleriyle kutsadı hayatlarımızı. Serüvene Z jenerasyonunun benim vücudum benim kararım tezahüratlarıyla her türlü kimyasalı olumladığı, ama bağımlılığı da güzellemeyen bir yerden başlamıştık hatırlarsanız. Dibe vurduktan sonra çıkışını gerçekleştirirken tutunacak dal arayan Rue ile dijital çağa dair huzur kaçıran kötü senaryolardan birinin baş kahramanı olup kendi kaosuna davet çıkaran Jules’u bıraktığımız yerle de devam ediyoruz. Aralık başında gelen, “Trouble Don’t Last Always” isimli Rue odaklı ilk parçayla girelim söze… Yeniden eski hâline dönmenin getirdiği suçluluk duygusuyla Noel arifesini Ali’yle geçiren Rue’nun özelinde, klasik Amerikan yol lokantalarından birine hapsolmuş bir saatlik karın ağrısı Kırmızı Oda ve Masumlar Apartmanı benzeri, Gülseren Hanım’ın kitaplarına layık bayat bir hayat dersi içeriyordu açıkçası. Karakterlerin kendi ahlak kodlarına göre yaptığı, taş atıp kol yormadan hazıra konma hevesindeki ikili diyalogun, genç izleyicisini de eğitme amacında olduğunu bildiğim için bu kadar tekerrüre bağlı ve dizinin genel standartlarına demode kalan fikirler saçmasıyla problemim büyük. Kısıtlı koşullar altında, sırf fanları eyleyebilmek ve tabii ki sıradaki Emmy takvimini kaçırmamak adına tam bir sezon yerine böyle bir ara sıcak sunulduğunun farkındayım. Ancak “Fuck Anyone Who’s Not a Sea Blob” isimli ikinci özel epizotla da kıyaslayınca hem Zendaya’nın cepten oynadığı için kötü duran performansı, hem de toksik alışkanlıkların yakın çevreye tesiriyle ilgili artık üzerinden geçilecekse bile daha özgün yaklaşımlar isteyen baş öğretmenliği zayıf kalıyor. Yalnız seyirciyle henüz buluşan Jules merkezli bölüm de bir o kadar başarılı olmuş. Çünkü hem dizinin alıştığımız estetiğine çok yakışan, hem de bu iki karakterin arasındaki dinamiklerle ilgili pek çok sorumuzu cevaplayan bir tarafı var. Bunların ötesinde trans bir kadın üzerinden bence pek değerli bir tartışmanın kapılarını da aralıyor. En nihayetinde atanmış cinsiyetinden kaçan bir bireyin kendini tamamen arındırmak istediği dönüşüm öncesi kimliğinin sıkıntılı köklerinden sebep, erkek bakışına göre hayatını düzenlemesi üzerine bir isyan bayrağı açıyor Jules terapistiyle görüşmesinde. Burada iki karakterin akıl danışmak üzere farklı sosyal sınıflardan geldiğinin altını çizen ve tabii yardımı nasıl bir formda kabullendiklerine dair onlarla ilgili de bize bilgi veren bir tezat olması hoş tabii. Yalnız Jules’un tarafındaki temalar çok daha iyi etüt edilmiş yönetmen/senaristi/yaratıcı Sam Levinson tarafından. Dolayısıyla Billie Eilish ve Rosalia’nın şahane düetiyle iyice katmerlenen yarısında alıştığımız Euphoria’ya dair bir şeyler bulabilmek bana iyi geldiği gibi, açtığı konuyu da üzerinde kafa patlatmaya pek değer buldum şahsım adına konuşacak olursam. Bu aperitiflerin doyuruculuğu bir haftadan öteye geçemediği için ikinci sezonu beklemeye geri dönüyorum şimdi. Umuyorum, bütün kast geri dönünce bu yavan/yarıda kalmış hissiyat da son bulur.
Part 1: 5/10
Part 2: 7/10
[one_half][/one_half]
[one_half_last][/one_half_last]