Kuir
But Perşembe: Richieler, Richielerimiz…
But perşembeler evde geçirdiğim otuzuncu yaşımla ilgili olarak beni biraz strese sokmaya başladı. Çünkü yeni bir Looking yazısı için karşınıza çıkmamın gerektiğini fark etmemle birlikte, hafta ne kadar da çabuk geçti diye ahlanıp vahlanıyorum. Neyse, pandemi etkisidir diyelim bence buna. 28’ine bastığı günden beri ben otuzum diye bağıran bir zat olarak yaş komplekssizliğim ile kendimden küçüklere espri malzemesi bile vermiyor oluşumun haklı ve bir o kadar da anlamsız gururu cebimde, esas meselemize gelmek istiyorum ben hemen. Michael Lannan ve Andrew Haigh ortaklığından doğma Looking’in iyice etlendiği, içimizin çektiği hikâye uzantılarına yaklaştığımız bölümlerine geldik çünkü. Yine of iyi ki iki bölüm birden şenliği yapıyoruz dedirten haftamızda tek bir odak noktamız var: Richie.
Richie, hepimizin hayatında illa ki var olmuş bir figür bence. Arkadaşlarımızın ve yüksek tuttuğumuz öz standartlarımızı tam anlamıyla karşılamayan; ama kalbinin derinlerine inip iyi niyetine ve dengi olmayan sevgisinin sıcaklığına alışınca da minik hayatlarımızda nerede konumlandığını bilmeden bağlandığımız o tip. Patrick gibi sınırları çok daha net olan bir karakterin dünyasında daha da sırıtıyor aslında. Burada tabii ki de sosyo kültürel elementlerin devreye girdiğini de unutmamak lazım. Bambaşka geçmişlere sahip, ayrıcalıkların azı ya da çoğuyla farklı biçimlerde kavrulmuş iki insan bu. Davul bile dengi dengine misali pek içeriden gelen, kendine has da bir tepkiyle karşısına dikiliyor Patrick, Richie’nin.
Çekim alanını kelimelerle ifade etmenin mümkün olmadığı bir adam bu. Göründüğü kişi değil aslında. Boynundaki haç ve muskasıyla daha ahlakçı, daha kuralcı, daha dışarıya kapalı olduğunu düşünerek yargılarken ağzını her açtığında beyazına gri çalanmış tarafın Richie olmadığını derinde bir yerlerde kesinlikle hissediyor Patrick. Onu, bu şeytan tüylü beye bağlayan şeylerden biri de bu aslında. Sürpriz yumurta gibi bir adam neticede. Sünnetsiz aletini övdü diye tek bir daldan tutunacak hâli yok ne de olsa. Annesiyle olan ilişkisini çözümlerken, seks sırasında pasif pozisyonda yer almaya dair önyargılarını bir yere vardırırken Richie’nin tek yaptığı onu dinlemek ve minik bir “Acaba?” bırakmak sohbete. Minik nüanslarıyla bile kalp fethediyor işte. Beni anlıyor, görüyor ve yargılamıyor diye düşünüyor Patrick. Haklı da, zira böyle oluyor bu Richieler…
Kendi yolculuğumdan biriyle çok özdeşleştiriyorum Richie’yi, belki de o yüzden duygusallaşıyorumdur. Yolumu kaybettiğim bir dönemde karşıma çıkıp bana uymadığını bile bile bağlandığım, ancak pamuktan yüreğiyle beni hep ezip geçen birisiydi. Nihayetinde onu bir başkasını unutmak için kullandığımı fark ettiğimde de dehşete düşmüş ve o şaşkınlıkla her şeyi de itiraf etmiş, minik kalbini fazlasıyla kırmıştım. Şimdi Richie’yi izlerken suçluluk duygularım diriliyor. Üstelik çok uzak bir tarihten de bahsetmiyorum. Her şey oldukça taze. Patrick’i de hayatta hep yavaştan aldığı için artık zamanı tutmak isteyerek bu beraberliğe koştuğunu bildiğimden anlayabiliyorum galiba. Sonunda iki tarafın da canının yanacağı belli. Ama yapıyoruz işte bunu. Hepimiz bir noktada bencilleşip can yakıyoruz.
Bu duygu selinden sıyrılarak şunu özellikle not düşmek istiyorum; Looking’te kameranın arkasına Andrew Haigh geçtiğinde çok başka bir mahremin tadını alıyoruz bence izleyici olarak. İşten kaytarıp bütün gününü Richie’ye adayan Patrick odaklı bölüm özelinde de Weekend’te aşina olduğumuz bir hissiyatı kapsül formunda yarım saate sıkıştırıp boğazımızdan aşağı itiyor Haigh. O şehir, o yatak, o çarşaflar, o çatal kaşık, mutfak tezgahının etrafında geçirilen o dakikalar bile ete kemiğe bürünüyor sanki. Bütüne dönüşüyor çoğu dört duvarın arasında geçen ilişkinin kuir hâli. Ne sözler verilir, hangileri tutulur bilmiyorum. Ancak acısıyla tatlısıyla bitenin ardından bile her şeyi olduğu gibi kabul edip en azından bu ayrıcalığa erişmeyi kutlamayı öğrendim sanırım. Haigh’in eli değince de öğretinin uygulamaları hatırlanıyor birer birer.
Buradan hemen altıncı bölüme uzanalım istiyorum. Dom’un resmî olarak kırkıncı yaşına girişini Maçka Parkı’ndan bozma bir San Francisco yükseltisinde kutladıkları kısım dizinin devamında da yansımalarını göreceğimiz türlü enkazların tohumunun atıldığı bir alan esasında. Büyük dönemecin kıyısında kendinden ve rakamlardan nefret etmesine ramak kalmış Dom için ne denir bilmiyorum artık. Ben yine kendimi ekrana sinirlenirken buldum ne yazık ki. Çünkü belli bir yaş sınırını aşmasına karşın beşeri ilişkilerindeki başarısızlığıyla saç baş yolduran Dom’ın bacağının arasında bir sallantı olsun, derisi de kırışmamış olsun yeterlik sığlığını karşılayacak yaşam koşullarını kendine sağlamamış olmasını bir türlü aşamıyorum. Ve bir bağını daha yerle yeksan etmenin eşiğinde yine. Biliyorum karşısındaki ona göre daha oturmuş bir hayata ve karaktere sahip biri ama yok güvenmiyorum işte Dom’a, güvenmiyorum!
Agustin özelinde daha da sinirliyim artık. Başta acaba zamanında daha fem, daha açık zihinli, daha cesur biri olduğu için mi sevmemişim diye düşünmüş ve kendimi çok yakın görmüştüm şahsına. Bütün fobilerinden arınmış, yargısız infazlarını kimliğinden öte bir yerde sadece ata sporu olarak yaptığına inandığım bir oğlandı çünkü. Ancak öz şüphenin zirveye çıktığı, aşağılık kompleksinin vücut bulduğu bir takım eylemlerinin ardından kendimi yine Agustin kanadından uzaklaştırıyorum. Hatırladığım kadarıyla Agustin’i affetmemiz için pek çok fırsat tanıyor Looking sonrasında. Sadece şimdilik yaptıklarını düşünerek onu cezalandırarak odasına göndermek, çıt dahi çıkarmasına izin vermemek istiyorum.
Sabrımı taşıran kısım Richie hakkında ileri geri konuşması da değil sanırım. Genel tavrından çok yoruluyorum Agustin’in. Bu yaratmak istemekle yaratamamak arasında sıkışıp kalan sanatçı adaylarının kendisi için zindana dönüşen evreni etrafındakilere de toksiklik saçarak dar etmesinden aşırı rahatsızım. Kendi problemlerim bana yetmiyormuş gibi, bir dertleşme seansında değil de yansıtılmış öfke kırıntılarıyla, böyle bireylerin yükünü taşımaktan ben çok yorgun düştüm. Her sorunun “Ben kim b*kum ki?” sorusuyla çözülebildiğini bildiğimden belki birazcık had bilmek, yerini tanımak gibi egzersizlere çalışsın istiyorum bu model sanatçıcıklar. Yağlı saç ve kötü gözlüklerle sadece görsel rahatsızlık veriyor olsalar da yeter.
Ufak shadeler, hatıra treniyle gezmeler ve bilumum sinir harpleri neticesinde benim aklım tabii iki bölüm finaline de noktayı koyan muskam mı dolgun popom mu sahnesine gidiyor. Kuşkunun kol gezdiği, bir aynada kendinle bakışma anında aklımızdan geçenleri keşke birileri not alsa da sonra okutsa diyerek Jonathan Groff’un baş koyduğu yolda şöyle bir iç geçirdim ben de. Hazır Groff’un adını anmışken serinin başından beri rolünün nasıl da canını okuduğunu konuşsak mı? Doğal performansının Looking’i ikiyle çarpıp üçe böldüğünden bahsetsek mi? Nitekim biricik patronu, hayatıma anlam katan canım sevgilim Russell Tovey tarafından canlandırılmaktaki Kevin’la yolu kesiştiğinde bile o bocalamayı en yutkunmalı, soğuk terli formunda servis etmiş.
Öyle işte anacım. Birinci sezonu sona erdireceğimiz gelecek haftaki But Perşembe öncesi sıramızı da savdık. Ne oluyordu, kim kimi ittiriyordu hatırlamıyorum. Yalnız Patrick’in Richie’yi kız kardeşinin düğününe davet ettiğini görünce Julia Duffy’li bir yüzleşme geldi gözümün önüne. It’s a Sin sonrası hafif bir anne siniri de var üstümde, tekrardan delireceğim galiba. Neyse, bunu da atlatırız. Biz neler gördük, değil mi?