Eleştiri
Malcolm & Marie
Disney bünyesinde starlaştıktan sonra direksiyonu bambaşka bir yöne kıran Zendaya, Sam Levinson ile kurdukları ortaklıklara Euphoria’nin ardından Malcolm & Marie’yi ekliyor şimdi de. Pandemi sırasında, yüksek sağlık güvenliği önlemleri alınarak çekilen yapım Netflix’in alelacele ödül sezonuna yetiştirmeye çalışmasıyla da yerleşmişti gündemimize. Ama görünüşe bakılırsa ivediliğin motivasyonu bu karantina deneyimimizin yarattığı tatsız nostalji etkisi ortadan kaybolmadan filmi seyirciyle buluşturma hevesiymiş sadece. Önce şunu söylemek istiyorum; erkek yazarların kadın ağzından kaleme aldığı romanlarla ilgili hislerim ne kadar gelgitli ise bir benzerini de beyaz anlatıcıların farklı bir ırktan birini esas karakteri olduğu seçtiği durumlarda yaşıyorum. Daha statik bir öykü olsa belki konuyu buradan açmazdım; fakat Malcolm & Marie’nin uzunca bir süreye yaymaya çalıştığı üç cılız fikrinden biri sinemadaki siyah temsiline dayanıyor. Bu meseledeki görüşlerini beyaz ağırlıklı eleştirmen havuzunun her siyah yönetmene/senariste “kızgın” ve “politik” kelimelerini uygun gören yaklaşımıyla birleştirmiş. Üç ve sonuncu sos olarak da kendini tanrı gören beyzadeler ile ilham kaynakları olan kadınlar üzerinden mikrokozmostan film endüstrisine taşınan seksizmin emarelerini eklemiş. Bunlardan herhangi birinde yetkin olmamasının yanı sıra, dediğim gibi, kalbimden bembeyaz bir adam olmasının John David Washington’a emanet ettiği her cümlenin meşruluğundan çaldığını düşünüyorum. Her şeyden evvel Levinson’ın bakış açısı tek boyutlu. Kulaktan dolma bir takım isyanları dile getirdiği her hâlinden belli metninde sürekli aynı çemberde dönüyor ve ilk yirmi dakikada sarf ettiği cümlelerin üzerine yenilerini eklemekte güçlük çekiyor. Malcolm & Marie’nin görsel olarak, iki oyuncusunun da büyüleyici varlıkları sayesinde, tatmin edici bir seyir yaşattığına şüphe yok. John Cassavetes benzetmelerinden ziyade lüks markaların parfüm reklamlarını andıran estetiği, tıkladığımızda yankı yapan siyasetini kamufle etmeye yardımcı oluyor esasında. Yalnız hem John David Washington, hem de Zendaya her cümleyi, her kelimeyi, her noktalama işaretini çiğneye çiğneye servis etmeyi tercih ettiğinden o görsel bütünlük içerisinde bile eslerle gerçeklikten kopuyoruz. Tüm bunların üstüne, kariyerinin bu aşamasını eleştirmenlerin kendisini omuzlar üstünde taşımasıyla geçiren Levinson tarafından, dev bir organizma olarak işleyen yaratma ve tenkit döngüsünde kılıç çekmeye kalkışmasını da pek anlamlandıramadım açıkçası. Omuz omuza yürüdüğü bir kalabalığı, sözde ırk ve politik kimliğe sığınarak, karşısına almayı tercih ediyor. Keşke bunu yaparken esas adamının elini de zayıf bırakmasaymış. Washington tarafından canlandırılan yönetmenin nefes almadan coşkuyla kustuğu siniri bile başlangıç seviyesindeki bir doğruculuğun ürünü çünkü. Belki, ama belki, içeriden bakmak için bu kadar özenle gözlem yapmayan, okuyup araştırmayan biri olsam bu göstermelik ve hatta dümdüz performatif aktivizme kanabilirdim. Ancak Euphoria’da en iyi anladığı karakterlerinden birinin siyah diğerinin de trans bir kadın olduğunu bildiğimden, Levinson’ın yeterlik sınavını geçemeyen, Z jenerasyonundan ziyade milenyal sazından çalan filmini hoş göremiyorum.