Eleştiri
4 Film 400 Kelime: Az Kaldı, Sabredin!
2020 sinema yılını tam bir hafta sonra bitiriyorum müjdemle karşınızdayım bugün. 27 Şubat’ta adaylarımı açıklayıp, ardından da bir hafta boyunca listelerle blogu şenlendireceğim. Biliyorsunuz, tıpkı Akademi gibi ben de bu sinema yılına Şubat sonuna kadar gösterime giren her şeyi dahil ettim. Elimde yazmam gereken Oscar’ın kısa listesine aldığı yabancı filmler, belgeseller ve birkaç ekstra iş kaldı. Ama herhangi bir şekilde kategorize edemediğim, uzun uzun yazmaya da gerek görmediğim, eksik kalmasın diyerek aradan çıkardığım bir dörtlüyü 4 Film 400 Kelime’nin 2020 ayağındaki son baskısıyla ağırlayacağım izninizle. İtirazı olan varsa CİMER’e şikayet edebilir. Hadi sağ ayakla…
THE DISSIDENT
Cemal Kaşıkçı cinayetinin perde arkasında olup bitenleri anlatan The Dissident’ın Türkiye gibi ifade özgürlüğünün her geçen gün daha da sınırlandırdığı bir ülkeyi neredeyse adaleti timsali olarak göstermesiyle problemim büyük olsa da, bütün dünyaya verdiği mesaj net. Mevzubahis bir kraliyet evet ama aile şirketi yönetilirmiş gibi, nepotizmin demokrasiye tercih edildiği sözde iktidarların tek adam zihniyetiyle nelere mal olduğunu izletiyor The Dissident bize. O mühim koltuklarda oturan muhafazakar kimselerin karşıt görüştekilere olan tahammülsüzlüğünün de en acımasız, en vahşi, en korkunç örneği. Ben o süreçte haberleri yakından takip etmediğim için bir Criminal Minds bölümü izlermiş gibi de yaklaştım sanırım filme, ki bu biraz dili hakkında da ipucu veriyor. Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice’yle ilgili kısımda Türkçe’ye hakimiyetimizden kimi cümlelerin kağıttan okunduğunu hissetsek de adaletin yerinde yeller estiğini ve kimlerle karşı karşıya olduğumuzu hatırlamak adına izlemenizi tavsiye ederim. Ve tabii ikonik Jeff Bezos – Hatice buluşması için…
TWILIGHT’S KISS
Twilight’s Kiss de yıl sonunun tatlı sürprizlerinden biri oldu bana. Hayatının son çeyreğinde birbirlerini bulan iki yaşını başını almış eşcinsel erkeğin birbirlerini buluşunu ve yaşadıkları nahif aşkı konu alıyor bu Hong Kong yapımı. Değil queer hikâyelerde, sinemanın genelinde olgun kimselerin sevmesi, hatta ondan da geçtim seks hayatı hakkında tek bir kelam edilmediği ve çok ayıpmış gibi yaş ayrımcılığının da hat safhada olması sebebiyle hiç gösterilmemesinden epey nadir de bir iş aslında. Anlatılan karakterler her şeyi kapalı kapılar ardında yaşayan, toplumun normlarına uyabilmek, göze batmamak için heteroseksüel evlilikler yapmak zorunda kalan bir jenerasyondan geldiği için de farklı bir zaman ve mekandan sesleniyormuş hissiyatı veriyor. Dolayısıyla sırf temsiliyet açısından değerli buldum ben Twilight’s Kiss’i. Ama tabii dokunaklı finaline gelirken yalnızca görsel bir etki yaratmak yerine, boşlukları biraz daha doldursun da isterdim. Özellikle iki büyük babanın da evlatlarıyla olan ilişkileri konusunda pek kolaycı davrandığını düşünüyorum çünkü.
ALICE JÚNIOR
Yine pek iyi niyetlerle çekilmiş, fakat neticesi tahammülü zor bir film var elimizde. Beyazperde trans karakterlerine hor davranmak, hor davranmasa bile onları hep belli bir mücadelede resmedip asla pozitife yüzünü dönemediği için Alice Junior’ın okul sıralarında geçen bir coming of age hikâyesi olarak, üstelik zorbalığın en acımasız hâlini de hatırlatması adına masaya yeni bir şeyler getirebildiği kesin. Ama bu kadar klişe bir düzenekte filme renk katması için yalnızca minik efektler tercih edilmesi, Power Point sunumlarından fırlama yazı tipleriyle görüntülere grafik nidalar monte edilmesi yeterli gelmiyor. Z jenerasyonunun Youtube’lu, sosyal medyalı, kılık değiştirmiş temsili her anlamda başarılı fakat orada komik bir okul müdiresi, queer evlatların bekar ebeveynleri everen berbat bir yan öykü var. Translara üçüncü bir tür gibi davranan cahillere konuyu kadın hareketine bağlayarak verdiği eğitim de bile başlıkları kesiştirmek için seçtiği rota gülünç. İyi niyetli bir efor diyelim, fazlasına girişmeyelim…
MUSIC
Nasıl anlatsam, nereden başlasam… Öncelikle artık ableizm nedir, able vücutlu (Bunu tam Türkçe’ye nasıl çevirebilirim emin olamıyorum.) kimselerin otizm spektrumunda ya da zihinsel/bedensel engelli bireyleri canlandırması neden yanlıştır bunu bir öğrenmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Stephen Hawking rolüyle Eddie Redmayne’in Oscar aldığı tarih çok eski değil biliyorsunuz. Türkiye de bu yıl Oscar’da ableist kepazelik bilmem kaçıncı koğuştaki mucizesiyle şansını denedi. Yani hâlâ varlar ve var olmaya devam ediyorlar, inanılmaz. Sia’nın da bu tartışmaya bana ne yahu, rol için en uygun oyuncu bu aktristi diyerek sosyal medyada gelen tepkilere bütün cehaletiyle karşılık vermesinin ardından sözde “tutku” projesi Music’in içerisinden ne çıkacağını biliyorduk zaten. Ofansif, kötü fikir kumpanyası, trajedisi emanet, istemsizce komik ve hem muhattabına, hem de bir parçası olan herkese hakaret niteliğinde korkunç bir iş. Sia bu bizi müzik kurtaracak soslu bayat hikâyeyi niye anlatmak ister, fikri olmadığı bir grup insan hakkında nasıl böyle ahkam keser ve tanrı pozisyonunda hareket eder, bunlar yetmezmiş gibi bu enkaz nasıl Altın Küre’ye aday edilir anlayabilmiş değilim. Senaryoyu okuyup ışık görenlere de selam olsun. Vizyonsuzsunuz.