Eleştiri
BFI Flare – 3. Gün: Film Zehirlenmesi
Pandemi start aldığından beri eskilere dönüş, Yan Odadan Filmler, sezon yapımları, festivaller, screenerlar derken bitmek tükenmek bilmeyen bir hızda film izleyerek inanılmaz bir seriye bağladım. Ama dün günde 4 film tüketmek zorunda kaldığım BFI Flare programı yüzünden ilk kez ufak bir zehirlenme geçirdiğimi ve ara vermeye ihtiyaç duyduğumu hissettim, ki bu hissiyat bir saat içerisinde geçti de işte ufaktan alarm vermeye başlıyorum galiba. Neyse, yılmak yok yola devam. Her türlü eksiksiz sonunu getireceğim. Çaktırmadan seçkideki kısalara da atladım hatta. Onlara verdiğim puanları Letterboxd hesabımda takip edebilirsiniz diyerek yapıyorum üçüncü gün filmlerine girizgâhı…
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
[five_sixth]
FIREBIRD
[/five_sixth]
[one_sixth_last]
[/one_sixth_last]
BFI Flare’in bu sene reklamı yapılırken seçkiden en çok adı anılan film Firebird idi. O yüzden yersiz bir heyecanla oturdum başına. Sovyet Hava Kuvvetleri’nin içinde Soğuk Savaş zamanı KGB’li, diktatörlü, homofobik arka planına tezatlı yapımda yokluktan çok sevmiş iki askerin aşkı anlatılıyor. Tabii ki geçtiği zamandan sebep bu sevdayı doyasıya yaşayamamanın getirisi olarak heterornormativiteye eğilen boyunlar, hislerimin geçerliliği var mı sorgulamaları, ben hasta mıyım yoksa sadece insan mıyım delirmeleriyle hiç de ihtiyaç duymadığımız bir zaman aralığına ışınlanıp çağ dışı var olma mücadelemizi hatırlatmakta. Ama ne pahasına? Çok şık gözüken birkaç sahnesi haricinde her anlamda ucuz bir prodüksiyon ne yazık ki Firebird. Burada kullanılan peruklara, en sıkı askeri kurumlardan birinde görev alan iki baş kahramanın örmek isteseniz ele gelecek uzunlukta saçlarına, koskoca amirlerin kafayı elalemin uçkuruna takmasına, iki kadın bir adam şarkılarına malzeme çıkartacak entrikalara kadar bolca göz devirecek hikâye elementi var. Filmin kötü niyetli olmadığını iddia etmek istesem de, erkek egemen bir dünya içerisinde cis beyaz geyler olarak kadınları kendi perspektiflerinde nereye konumladıklarını görmek ve devamlılık hatasından geçilmeyen bu aşk nasıl filizlendi kolajında ekrana yansıtmayı tercih ettiği ayrıntılarla sabrımızın sınanması mevcut kredilerimin hepsini sıfırladı açıkçası. O yüzden şimdilik programın en büyük hüsranı demekten çekinmiyorum Firebird’e. Hayır, sırf iki erkeğin estetik bir kadrajda öpüşmesini izlettirmek için çekilen filmlere ihtiyacımız yok artık yahu. Geçtik oraları. Bize dişe gelecek malzemeyle gelin, yeter!
[one_half][/one_half]
[one_half_last][/one_half_last]
[five_sixth]
COLORS OF TOBI
[/five_sixth]
[one_sixth_last]
[/one_sixth_last]
Cinsiyet kimliğiyle yaşanan anlaşmazlıkların ve bunun nihayetinde aradığınız sorulara cevap bulamamanın disforiye evrildiği yerde genelde trans bireylerin varlığını konuşuyoruz. Ancak her ne kadar heteronormatif düzen bize siyah ve beyazdan başka bir renk bulunmadığını, birine ait hissetmiyorsanız diğerine teslim olmamız gerektiğini tembihlese de ikili cinsiyet sınıflandırmasının sınırlarını kabul etmeyen non-binary bireyler mevcut tabuların hepsini yıkarak varoluşa dair bütün örümcek ağı tutmuş düşünceleri yerinden oynatmaya devam ediyor. Colors of Tobi isimli Macar yapımı belgeselin direkt bir enby temsili olarak başlamadığını belirteyim öncelikle. Ailesinin de fazlasıyla dahil olduğu trans geçiş sürecinde kendi gerçeğini yaşasa da farkında olmadan toplumun biçtiği rollere bir şekilde uymak için bu olaylar zincirinin fitilini ateşleyen Tobi adında bir öznemiz var. Belgeselin güzelliği esasında genç yaşında kim olduğuna dair net bir fikri olan Tobi’yi mental anlamda hem onu hem de desteğiyle kalbimi eriten annesini zorlayan bu inişli çıkışlı dönemde gözlemleyebilmek için yola çıkılmış olması. Ancak Tobi öyle bir farkındalıkla kırıyor ki mevcut anlatıyı, disfori tünelinin gün ışığı gördüğü ucunda aidiyet duygusunu çok daha fazla hissettiği non-binary başlığıyla buluşup aslında onu da korkutan yepyeni bir sayfayı açarak o ana kadar izlediğimiz her şeyi rafa kaldırıyor. Burada ebeveynlerinin verdiği reaksiyondan, Tobi’nin iç huzurunu bulmak için kendini izole ederek düşünmeye ve ailesiyle ilgili temelinde çok da destekleyici olmalarına karşın, yetiştiriliş biçimlerinden sebep net bir tercihe zorlanmasının hesabını çıkarmasına kadar geniş bir yelpaze mevcut. En ön sıradan böyle geniş çaplı bir kimlik keşfini, en saf duygularla servis edilirken izlemenin ne kadar iyi hissettirdiğini anlatabilmek imkansız. Bir taraftan mahremiyetin ihlali yüzünden voyeur fetişi gibi hissettiriyor mu? Evet. Ama hepinizin izlemesini istediğim türden çok değerli, çok önemli bir iş Colors of Tobi. Lütfen bir kenara not edin.
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
[five_sixth]
BOY MEETS BOY
[/five_sixth]
[one_sixth_last]
[/one_sixth_last]
Kalabalık bir ortamda tenin tene değdiği dans pistleri, tuvalet sıralarında harcanan ve alkolün etkisiyle oraya taşınan ayak üstü sevişmelerin tetikleyici etkisini konuşmama gerek yoktur herhâlde. Pandemi hepimizin asabıyla öyle bir oynadı ki basit etkileşimlerde bile aklımızı kaybediyoruz artık. Boy Meets Boy isminde, Berlin’deki son gününde tanıştığı Johannes ile her anını birlikte geçiren Harry adındaki turistin hikâyesi de görüp de tadına bakmak istediğimiz kimselere olan açlığımızı vuruyor yüzümüze. Gerçi Berlin’in o kimyasala bel bağlamış ruhunu tam olarak yansıtabildiği şaibeli filmin. Sadece hepimiz öyle açız ki Berlin tabelası görsek, ağzımıza bilmediğimiz bir şey atıp dünyayı unutasımız geliyor. Neyse… Bunları terapi seansıma saklayayım ben. Efendim, Boy Meets Boy gey kültürünün hemen bağ kurabilme yetisi üzerinde bir anlatı inşa etmiş, çeşitli alakasız gündelik durumlar üzerinden queer prototiplerini kendince incelemeye alan ve hayat görüşlerini çarpıştırarak bu devasa komüniteyi eleştirme gayretine giren bir yapım. Saydığım fonksiyonlarından herhangi birinde başarılı mı? Hayır. Biraz kör parmağım gözüne anlatma alışkanlıklarıyla çizdiği karakterin varoluşuna aykırı cümleleri ağızlarına sıkıştırıp sahteleşiyor açıkçası. İngilizce diyalog yazarken aradaki dil bariyerini unutması, reji seçimlerinin filmin o tene değme hevesini karşılamaya yetmeyen zayıflığı derken biraz zor getirdim finalini. Ama niyeti iyi en azından. Yani topluma karşı verdiğimiz mücadelenin yanı sıra ne kadar toksik bir zümrede nefes aldığımızı hatırlatması açısından tanıdık demek daha doğru olacak. Yoksa işte olduğu kadar, olmadığı da kader.
[one_half][/one_half]
[one_half_last][/one_half_last]
[five_sixth]
REBEL DYKES
[/five_sixth]
[one_sixth_last]
[/one_sixth_last]
Anlaşıldı, ben BFI Flare’de bütçesi olmayan ama queer tarih hakkında mühim öğretilere sahip belgesellerden bol bol tüketeceğim. Rebel Dykes da bunlardan bir diğeri. Üstelik bu sefer biçim anlamında bir takım yaratıcı fikirler de mevcut. Bu sefer konumuz seksenlerin Londra’sında queer kadınlar tarafından şekillenen seks-pozitif, kucaklayıcı, post punk’a yüzünü dönmüş, BDSM’den seks işçilerine kadar bugün “asi” sayılmadan savunduğumuz her şey için aktivizm gösterilmesine mahal vermiş bir alt kültür. Hepimizin bu zaman aralığında geçen yapımlardan şahit olduğumuz, bilhassa müzik sahnesine de taşınmış bir oluşumun ilk ayak seslerinden nasıl da büyüdüğüne kadar dev bir içeriği mevcut. Dyke yoklamasını da bugünden yapıp, bize tutkulu bir şekilde savunduğumuz pek çok konu için yolu açan kadınları teker teker tanıtıyor. Müzisyeninden ressamına, seks işçisinden aktivistine, iş kadınından oyuncusuna kadar Güney Londra sakinlerinin de az çok aşina olduğu isimlerle ilgili nefis bir biyografi hatta. Ama… İşte amatör ruh Rebel Dykes’ı film olmaktan biraz çıkarmış. İyi bir televizyon bölümü, hafta sonu haber kanallarında denk gelinecek türden bir havası mevcut. Dolayısıyla ilk yarım saatinde yarattığı heyecanı koruyabildiğini iddia edemiyorum ne yazık ki. Sona doğru kendimi ekrandan çok, adı geçen insanların isimlerini Google teyzede aratırken buldum. Bu günün dördüncü filmi olmasıyla mı alakalı, yoksa yeşil ekranda üretilen arka planlarının gözümü yormasından mı emin değilim. Neyse, bir şey daha öğrendik diyelim çok eleştiriye girmeyelim. Daha önümüzde tonlarca film var. Yılmam, yılamam!