Eleştiri
BFI Flare – 4. Gün: Bunları Saymıyoruz
Queer filmlere ve queer olmaya doyduğum mübarek haftanın dördüncü gününde artık pandemiden sebep BFI Flare’in düşük bütçeli, vasat senaryolu yapmlarla dolup taşacağını kabul ettim. Mevcutta pandemiden sebep bir senelik repo bulunmadığı için mucize tadında tek bir filme rastlayabilmiş değilim. Kısalar gönlümü eylese de uzun metrajlardan yana yüzüm bir türlü gülemedi. Neyse, şikayet etmiyorum. 2021 sinema yılıyla alakalı olarak heyecanlanmama yetiyor ne de olsa. Hadi yine dört filmle kutsayalım günümüzü. Başlıyorum…
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
[five_sixth]
RURANGI
[/five_sixth]
[one_sixth_last]
[/one_sixth_last]
Max Currie’nin bir dizi iken sinema projesine dönen Rurangi isimli filmi, trans deneyiminin çok ama çok mühim, daha önce ziyaret edilmemiş bir parçasını, üstelik tamamen de trans öznesinin perspektifinden anlatıyor. Yeni Zelanda’nın Rurangi isimli kasabasından adını alan yapım, kendince sebeplerle sahip olduğu her şeyi arkasında bırakıp doğduğu kasabaya dönen Caz Davis isimli bir aktivistin çevresinde geçmekte. Annesinin vefatından sonra doğduğu evde kendi olamayacağının farkına varıp kaçan ve yıllar sonra geri dönen Caz hem çocukluktan kalma bir aşkın, hem de canını yakan ilk zorbasının ve tabii babasıyla arasındaki kopardığı bağın hakkından gelmek üzere duygusal olarak inanılmaz yorucu ancak ihtiyacını da içten içe duyduğu bir hesaplaşmanın fitilini ateşliyor. Kabul ediyorum, seçtiği yolların neredeyse hepsi tahmin edilebilir queer anlatı klişeleriyle dolu. Caz’in mevcut yaşamını terk etmesinin arkasındaki motivasyondan babasının kasabadaki temsilciler kuruluyla olan münasebetine kadar çalakalem yazılmış pek çok detay mevcut. Fakat bütün oyuncularının üstün niteliklere sahip içten performansları ve bakmaya hasret olduğumuz bir pencerenin açılması sebebiyle dikkat kesildim ben söylediklerine. Rurangi’nin yargısı, temennisi, öğretisi tamamen insan olmaya, kimlikten bağımsız olmasa da yaşam haklarımızın temel sosyal etkileşimlerden de geçerek inşa edildiğini göstermeye dayalı. Bunu da en ekonomik, en alçak gönüllü hayat dekorunun içerisinde yapıyor. Umutluyum; çünkü nihayet bu hikâyeler sahipleri tarafından dillendiriliyor. Yolumuz uzun olsa da bu rotada Rurangi gibi bir durağa uğramış olmak keyif verdi.
[one_third][/one_third]
[two_third_last][/two_third_last]
[five_sixth]
DRAMARAMA
[/five_sixth]
[one_sixth_last]
[/one_sixth_last]
Glee’nin queer reprezentasyonu açısından önemli görüldüğü yılları hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum ama hiç hatırlamak istemiyorum ve beni o zaman aralığına ışınlayan yapımlardan da uzak durmayı tercih ediyorum. Şimdi bahsini edeceğim Dramarama da tam olarak o damara çalışıyor. Ryan Murphy tarafından yapılmışçasına bayağı, şablon karakterlerle dolu, kolunu yormadan taş atacağını sanan tatsız bir çorba. Beş lise öğrencisi, üniversitelerine gitmek için yuvadan uçmadan önce müzikal tiyatro, edebiyat, sinema ve türlü sanat aşklarını konuşturdukları kostümlü bir parti düzenliyor. Yetişkinliğe atılacak ilk adım öncesi son bir hesaplaşma, ellerindeki kartları açma hâli bu toplaşma. Kimisi cinsel yönelimiyle ilgili ipuçları bırakıyor, kimisi inançlarını sorguluyor, kimisi ahlak kodlarını elden geçiriyor, kimisi de üstenci okul arkadaşının üzerinde yarattığı baskıdan sıyrılıp hayatta bir amacının olmasının her şeyden daha değerli olduğu dersine ulaşmak için kulaç atıyor. Kötü niyetli bir film olmadığını dile getirerek bu yirmi sene öncesine aitmiş gibi hissettiren gelenekçiliğe ihtiyacımız var mıydı diyorum ben direkt. Cis bir gey ile, tanrıya inanmamakla “sıra dışı” olunuyorsa, bariyerler zorlanılıyor diye düşünülüyorsa artık 2021’de bile benim diyecek bir şeyim yok. Yalnız genç kadın oyuncularının hepsinin bu berbat metinde bile parıl parıl parlaması biraz katlanılabilir kılmış mübalağalı ilgi alanıma dair referanslar şovunu. Heves etmişler diyerek çekiliyorum köşeme. Yoksa daha neler söylenir de…
[one_half][/one_half]
[one_half_last][/one_half_last]
[five_sixth]
AIDS DIVA: THE LEGEND OF CONNIE NORMAN
[/five_sixth]
[one_sixth_last]
[/one_sixth_last]
Her aktivist hakkında kelli felli belgesel yaparak davalardan biraz çalıyor muyuz diye düşünmüyor değilim. Yargıya karşı da açılmış bir savaş olduğunda elbette cesareti, örgütlenme konusundaki başarıyı ve ne kadar insanın eğitildiğini, ehlileştirildiğini konuşmak mühim. Fakat bencilliğin içerisinden çıkarıldığı bireyler bunların büyük bir çoğunluğu. İş kendi fikirlerini dikte etmeye gelmemişse eğer, o kahraman ilan edilme hâlinin de bir karşılığı yok onların kitabında. Hele ki AIDS’in bir gey kanseri olarak lanse edildiği dönemde kişilerden ziyade kalabalıkların muvaffakiyetleri çok daha büyük geliyor bana. Bu sebeple herkesin aktivizm borcunun olması gereken bir dönemde hem AIDS, hem de transfobiyle alakalı olarak Los Angeles’ın yerel kahramanlarından Connie Norman’ın öyküsünü dinlemek pek bir etki yaratmadı bende. Her mücadelede bir Connie var çünkü. Her eylemde, her yumruk yumruğa kavgada, her baskında… Connie’yi diğerlerinden farklı bir yere koyan ana akıma da sızmasını sağlayan komik kişiliği. Ama bu da queer bir şemsiye altında böyle bir çevreyle donatılmış olmanın, o kültürle beslenmenin etkisi artık. Rota olarak da pek yenilikçi sayılmayacak AIDS Diva: The Legend of Connie Norman’ı donuk bir ifadeyle izledim kısacası. Onu tanıyanların nasıl mutlu olduğunu tahmin edip, dünyanın geri kalanının bu filmden ne çıkarması gerektiğini de anlamayarak hatta.
[one_half][/one_half]
[one_half_last][/one_half_last]
[five_sixth]
SWEETHEART
[/five_sixth]
[one_sixth_last]
[/one_sixth_last]
Bugünün kapanışını da, çekmeseydiniz daha mı iyi olurdu acaba dedirten bir filmle yapıyorum. Yine o kadar problematik şeyler var ki elimizde. Başlayalım… Billie Eilish’e benzerliğiyle dikkat çeken ana karakterimizin şekilci dünyada yalnızca zayıflık şişmanlık, büyük meme küçük meme, beyaz ten kavruk ten gibi değerlendirmelerden muzdarip hâline diyecek yok. Gerçekten de dünya acımasız, queer komüniteler daha da beter. Ancak biseksüelliğin elinden meşruluğunu alıp bir de üstüne bu şekilci edebiyata nasıl gözükürseniz gözükün mankene benzeyen kıza kalbinizi açarsanız o da sizi sevebilire çıkan çok sakat bir söylemi var Sweetheart’ın. Ana – baba problemli yargı makinesi esas kızımız kendi yolculuğunda disfonksiyonel ailesiyle bir savaş verirken, bir taraftan da toplumun gerçek dışı güzellik standartlarına giyimi kuşamı, gözlüğü ve şapkasıyla karşılık veriyor. Bunu sinemaya sevdalı bir lise öğrencisi yazmış olsa anlayacağım tabii de yönetmen koltuğunda oturan da, senaryonun altında imzası olan da bildiğiniz yetişkin. O yüzden oturmuyor kafamda bir şeyler. İnanasım da gelmiyor bu bayat aşk tanımına, böyle kızlar hep canınızı yakar diye buyuran dış sesin kamyon arkasına yakışacak beyanlarına. Ben Britanya’da hava 18 derece iken güneşlenmeye çıkan halkı, “tatil” konsepti içerisinde izleyerek eğlenmeyi tercih ettim filmde. Zaten sözde bir yaz aşkı tanımıyla servis ediliyor bu tensel çekim de. Kalanının konuşmaya değen bir yetisi yok. Başı sonu aynı toy terane.