Dizi Eleştirisi
Sezon Sonu Günlükleri: Part VI
Kısa bir moladan sonra kaldığımız yerden devam ediyorum. Yarın gelecek Emmy pusulaları önce son üç durağımız kaldı. Kimseyi yormadan, vaktinizi çalmadan giriyorum konuya…
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
POSE (3. Sezon)
Ryan Murphy imzası taşıyan herhangi bir şeyi övmek fıtratımda yok. Ama fırsat eşitliğinin trans oyunculara açılan kapısında çok değerli bir iş olduğunu ve bilhassa ilk sezonunun eğitici bir tarafı bulunduğunu reddedemiyorum. Bizleri Indya Moore’dan Dominique Jackson’a, MJ Rodriguez’den Angelica Ross’a çılgınca yetenekli bir grup aktrisle tanıştıran FX dizisi üçüncü sezonuyla ekranlara veda etti. Geçtiğimiz sezon Elektra’ya yazdığı öyküyle epey kan kaybeden Pose, büyük bir çoğunluğu duygusal sonlara ayrılmış hikâyeleriyle noktalandırdı yolculuğunu. Mevcuttaki bütün hayranlarını da bir şekilde memnun etmeyi başardığını düşünüyorum. Nitekim AIDS krizinin tam orta yerinden bildirdiği dönemi toz pembe hayallerle basit bir kurgu malzemesine dönüştürmemiş olmaları, hele ki Ryan Murphy’nin adının denklemin içinde yer aldığını düşününce, epey değerli. Gözyaşısı bol finaliyle uzunca bir süre hatırlarımızda yer edinecek.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
GIRLS5EVA (1. Sezon)
Tina Fey ile takım arkadaşlarının ellerinden çıkma her şeyde olduğu gibi Girls5eva da 30 Rock’ın ritim bozukluğu bol melodileri ve tek bir cümleye düşen 150 popüler kültür referansının izinden giderek yapıyor mizahını. Doksanlı yıllarda sükse yapmış, tek parçalık ünlerini iyi değerlendirmemiş bir kız grubunun yıllar sonra şarkıları ünlü bir rapçi tarafından sample olarak kullanınca tekrardan şana şöhrete yüzlerini dönerek, yeni bir denemeye kalkışmasını konu alıyor. Öyle büyük bir nostalji tufanı, Spice Girls’ünden TLC’sine tanıdık gelen o kadar çok hamle var ki o döneme az buçuk şahit olmuş birisinin diziyi takdir etmemesi imkansız zaten. Tek kusuru özgeçmişlerini teker teker incelemeye alırken biraz fazla zaman kaybetmesi ve üzücü bir şekilde Sara Bareilles ile Busy Phillips’e yazılanların komedi namına artık fazla denenmişlikten pek kahkaha sağamaması. Ancak yeni sezonla birlikte alıştığımız Tina Fey zirvesine çıkacağına şüphem yok.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
THE UNDERGROUND RAILROAD (Mini Dizi)
Ustalık eserini erken yaşta çıkardı ve olabilecek en kıymetli ödüllerden biriyle kavuştu dediğimiz Barry Jenkins elde ettiği başarının tesadüf olmadığını kanıtlar nitelikte bir mini diziyle döndü aramıza. Colton Whitehead’in aynı adlı romanından uyarlanan The Underground Railroad, 20 ile 77 dakika arasında süresi değişen bölümlerinde 1800’lü yılların ABD’sinden kurgusal ancak tarihin kanlı sayfalarında yerini alan köleliği de ucuz çözümlerle silerek yeni ve alternatif bir tarih üretmeyerek geçmişi ziyaret ediyor. Tabii ki de Jenkins’in elinde her sahne birer fotoğraf karesine, bütün oyuncuları da müzikten fazlaca nemalanan akışta portrelerin ana kahramanına dönüşmüş. Jenkins’in başarısı ise James Baldwin uyarlaması If Beale Street Could Talk’ın aksine, tıpkı Moonlight’ta olduğu gibi ana meselesine sıkı sıkıya bağlanabilmesi. Kast ve reji konusundaki seçimlerine ise değinme gereği dahi duymuyorum. Televizyonun altın çağı dediğimiz şey tam olarak bu çünkü.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
EVERYTHING’S GONNA BE OKAY (2. Sezon)
Lubunyalara Please Like Me’yi bahşetmiş ve bizi Hannah Gadsby ile tanıştırmış canımız Josh Thomas, Avustralya’nın bağrında çektiği yeni projesi Everything’s Gonna Be Okay’in ikinci sezonunu da tamamladı. Pandemi koşullarının epey farkında ve hepimiz gibi eve kapanarak çekmiş üstelik bu sefer seriyi. İşin garibi, gerçi bu kullandıkları evin büyüklüğüne de bağlı olabilir, pandeminin her yerimizden tıktığı klostrofobiden eser içermemesi. Öyle ki bu içe dönüşler, bütün ilişkileri tekrardan göz geçirmesine ve ilk sezonda muhattap olunan matem duygusuyla daha net bir yüzleşmenin de gerçekleşmesine mahal tanımış. Buna rağmen dört duvar arasına hapsedilmemişiz gibi hissettirmesi de Josh Thomas’ın sihirli kaleminin etkisi herhâlde. Otizmle alakalı cümlelerini daha da eğitici ve hatta elzem bir yerden kurması da not düşülsün. Thomas tıpkı daha önceki işinde olduğu gibi konuklarını bir baş öğretmen gibi değil ama bir dost gibi ehlileştiriyor.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
SOLOS (Mini Dizi)
Sırf barındırdığı oyuncuların yüzü suyu hürmetine izlediğim Solos’la ilgili sizleri memnun edecek ya da diziyi izlemenize teşvik edecek cümlelerim yok ne yazık ki. Black Mirror’ın açtığı kapıdan girip teknolojinin gittiği yer hakkında sanki uzun zamandır görüşmediğiniz uzak akrabanız gibi “Gençlik bitmiş.” tadında yorumlarda bulunan işlerden artık yıldık. Solos bir de bunu pandeminin hepimizi tekil maceralara mecbur bırakan koşulları altında yapıp dipsiz kuyularda merdivensiz bırakıyor. O kadar bayat fikirlerle bezeli ve her oyuncusu da sahnede solo kaldığı için mübalağanın öyle bir zirvesinde ki hakikatle kucaklaşabildiği tek bir ana bile rastlayamadım ben yedi bölümlük yolculuğunda. Hele ki övgülere boğulan Morgan Freeman’lı bölümün ifşası… Neyse hepimize yetecek kadar dizi var diyerek bütün enerjimizi Helen Mirren’a yönlendirelim. Şu çalakalem senaryodan bile akıllarda kalıcı bir performans çıkarabilmiş, tebrikler!
[/two_third_last]
Yarın: Starstruck, The Kominsky Method, Frank of Ireland, The Flight Attendant ve Love, Death & Robots