Dizi Eleştirisi
The White Lotus (1. Sezon)
HBO’nun dijital platformu Max dahilinde en çok izlenen yapımlar arasına girince bir antoloji olma planıyla ikinci sezon onayını alan The White Lotus, yeni başladığımız 2021/22 televizyon sezonunun ses getiren işlerinden biri oldu. Bağımsız sinemada Chuck & Buck, HBO çatısı altında erken iptaliyle kalp kıran Enlightened ve hepimizi şoka sokarak reality şov dünyasına da Survivor ile yaptığı hızlı girişten tanıdığımız Mike White’ın imzasını taşıyor bu kolonizasyon türküsü. Varlıklı ailelerin tatil yapabildiği tropikal bir otelde geçmekte olan hikâye yüzyıllardır tartışmaktan çekindiğimiz konuları farklı formlarda gündeme getirerek grafikleşmeyen bir agresyonla (en azından bir süre) derdini tasasını dillendiriyor. Benzer bir biçimde, bir önceki uzun metrajlı senaryosu Beatriz at Dinner’da çuvaldızı zengine batırıp sınıf kininin derinliklerine inen Mike White, altı saatlik sürenin ona sağladığı konforu da sonuna kadar kullanıp bambaşka bir düzenek yaratmış bu sefer. Evet, spektrumun iki ucundaki hayatları renklendirmek adına ayrıksı karakterler yaratmaktan hiç çekinmemiş. Ancak çalıştığı oyuncu kadrosunun komedi alanındaki gücünü aşırı kullanıp tüm dengeyi bozabilecekken karikatüre kaçmadan, hem doğru yerde doğru tartışmayı açıp hem de güldürü anlamında tüm bu absürt insan yığınının etinden sütünden faydalanmayı başarmış. Başarılı bulduğum konulardan biri, kariyeri boyunca bir yargıyı gündeme taşırken engizisyonu kurmaktansa tartışmanın taraflarına yanlı ama olabildiğince de onu anlayarak yaklaşabilmesi White’ın. Burada da Connie Britton ile Steve Zahn’ın ucu bucağı görünmeyen varlıklarının, Jake Lacy’nin nasıl en iyi oda benim olmaz diye ayrıcalıklı beyaz bebek ağlamalarının ve Jennifer Coolidge’in parayla saadet olmayacağını işaret eden travma menşeli veryansınlarının temelinde bildikleri tek düzenin “her şeye sahip olma” başlığı altında yer aldığının bir hayli farkında. Dolayısıyla olumlu ya da olumsuz görüşlerini yüksek sesle söylemesi için kâh işçi sınıfından birilerine, kâh içine doğduğu ailenin ona sağladığı imkânlardan sıyrılıp kendi dünya görüşünü yaratana, kâh kültürü elinde yeşil bir kağıt tomarı olanlar tarafından yağmalananlara mikrofonu uzatırken teraziyi kırmamaya da bilfiil gayret edildiğine şahit oluyoruz. Oyunbaz metinin kasta sağladığı hareket alanıyla alakalı olarak ekleyecek bir cümlem yok. Ufacık nüanslara sığan pasif çıkışlar, saçmalığı yaradılışında saklı karakterleri ete kemiğe büründürmüş zaten. Bunlara ilaveten Cristobal Tapia De Veer’in hipnotize eden besteleri de alengirli anlatıda neredeyse herkesin misafir olduğunun altını çizip o coğrafyanın sahiplerine hakkıyla iltimas geçiyor sanki. Bir de şuradan omuzlarda taşımak gerek ama The White Lotus’u; nihayete erdiği yerde bir takım zayıf hikâyelerle rastlaşmak, ilk bölümde yarattığı şüphenin çözüm yerine ulaştığında gereken zirveye ulaşamamak gibi kusurları bulunsa da sınırı çizdiği yer çok net. Bir şekilde zarar gören yine The White Lotus’un çalışan ahalisi. Ölerek, hapse girerek, hayalleri yıkılarak ayrı ayrı bedeller ödüyorlar, zenginlerin kendi yaralarını sarmaya çalıştığı, etrafındaki bütün canlılara birer oyuncak gibi davrandığı habitatta. Kinimizi de biraz buradan ayakta tutuyor işte Mike White. Tatlı göründüklerine, gözümüzü boyayan hayatlarına bakakalmayın, paradan eyerlerde oturmaya alışmış canavarların özü hep aynı diye buyuruyor. E ama haksız mı?
MVP: Jennifer Coolidge (Tanya McQuoid)