Eleştiri
No Time to Die
James Bond külliyatına neresinden dahil olursanız olun – bu mantık sınırlarına sığmayan yeşil ekranlı maceralarıyla Pierce Brosnan’lı dönem de olabilir, taklitleri mizah sahnesinde malzeme olarak kullanılan Sean Connery’li yıllar da – son teknoloji teçhizat, en lüks yerlerde konaklama imkânı ve bununla birlikte gelen ayrıcalıklarıyla tüm vurdu kırdısına rağmen sefasını süren 007, bir şekilde seyircisini sahip olamadıkları üzerinden içine çekmeyi başarıyor. Ancak, bu role seçildiğinde büyük tartışmalara yol açan Daniel Craig ile başlayan ve No Time to Die isimli beşinci Bond filmiyle tamamlanan son 15 yıllık süreç, karakterin daha insani özelliklerle buluşturulmasıyla bambaşka bir yere taşındı. Son model arabalardan, en güzel kılıklarla gezilen partilerden, manzarası dudak uçuklatan malikânelerden, kısacası lüks bir ürünün reklamı olmaktan çok daha fazlası Bond. Kalp kırıklığını en derinden yaşayan, sadece bölüm sonu canavarlarıyla değil, Casino Royale’den bu yana geçmişin hayaletleriyle de mücadele eden bir ajan o artık. Nitekim sanat ve bununla birlikte hayatın içerisinde de sohbetlerimizin politik kimliği bambaşka bir yere taşınırken, “Bond kızı” ve genel olarak kadınların seri içerisindeki temsili de gözle görülür bir devinime uğradı. Ve şimdi, pandemi sebebiyle gösterim tarihi ertelenen 25. James Bond filmi No Time to Die eşliğinde, kıvamını henüz bulan karakter için hikâyesinin bir bölümü daha nihayete eriyor.
Sam Mendes’ten boşalan yönetmen koltuğunda, Jane Eyre uyarlamasıyla hepimizin yakından bildiği kitaba yepyeni bir yorum getiren ve sesini esas olarak HBO için yaptığı True Detective dizisiyle duyuran Cary Joji Fukunaga oturuyor. Emmy ödüllü yönetmenin önderliğinde 2015 tarihli bir önceki Bond çıkartmasından bu yana da epey çalkantılı bir süreç geçirmişti No Time to Die. Danny Boyle ile suç ortağı senarist John Hughes’un projeden ayrılması, yerine Fukunaga’nın gelişi, senaryonun üzerinde Phoebe Waller-Bridge’in iyileştirmeler yapması ve COVID-19 sebebiyle Nisan 2020’den bugüne ötelenen vizyon tarihi derken epeyce gündemimizi işgal etti. Şimdi bu uzun bekleyişin ardından Daniel Craig’in de vedası olarak tasarlanan film seyirci karşısındaki sınavını verip bir faslı daha kapatmaya hazırlanıyor. Hem de hayranlarıyla birlikte seriyi uzaktan takip etmeyi sevenleri de tatmin edecek bir finalle.
James Bond’u bıraktığımız yerde, Léa Seydoux’nun canlandırdığı Madeleine Swann’ın kollarında bulduğumuz No Time to Die, Madeleine’ın çocukluğuyla ilgili bilmemiz gerekenleri servis ederek yapıyor açılışını. Seride Eva Green tarafından canlandırılmış Vasper’dan bu yana mutluluğun esamesini okuyamamış Bond’un tüm mimikleri rahatlamış, üzerindeki gerginlik gitmiş, teşkilattan uzaklaşınca giydiği keten gömlekler bile rüzgâra ihtiyaç duymadan uçuşur olmuş sanki. Ama aksiyon izleyeceğiz diye sinema salonlarının kapılarını zorlarken her şeyin böyle güllük gülistanlık gitmesi mümkün mü? Asla! Yarım saatlik bloklar hâlinde tasarlanmış hissiyatı veren bir ritimle göstermeye başlıyor marifetlerini film. Tempoyu sıfırlayıp yeni maceraların pimi çekilirken de her seferinde birkaç kişiyi ardında bırakarak, perdede gördüğümüz herhangi bir karakterin devamlılığını uzun süre koruyamayacağının sinyallerini veriyor. Buraya Bond’u, Vasper’ın anılarını silemese de tazelerini üreten Madeleine’ı, Oscar ödüllü bir oyuncu olmasına hâlâ ısınamadığım Rami Malek tarafından canlandırılmaktaki kötü karakterini ve tanıdık birkaç simayı daha ekleyip oyun alanına hep yeni yüzler monte ediyor. Kâh kalbimizi çalan yol arkadaşlığıyla Ana de Armas, kâh sağlam bir geri dönüş yapan Jeffrey Wright, kâh yüksek güvenlik önlemleriyle kodese tıkılan maziden kalma isimler perdede belirerek görevlerini yerine getiriyor ve Daniel Craig’e kaçınılmaz sonuna giden rotada eşlik ediyorlar.
Hikâye tasarımı olarak, meselenin pandeminin araya girmesiyle salonlarda salt aksiyon izlemeye duyduğumuz açlık olduğunu da düşündüğümüzde, No Time to Die beklenileni vermiyor denirse yalan olur. Son çeyrekte dokuz dakikalık bir kader anı yaratıp, filmlerin pabucunu çoktan dama atmış video oyunlarından hâllice bir koreografiyle nefesleri kesmesinden tutun, türlü ihanetlere ev sahipliği yapan kalabalıklar içerisindeki fiziksel münazaralarına kadar nabzı yüksek tutmaktan asla çekinmiyor Fukunaga. Kan revan içerisindeki kahramanlarının durakladığı anlara da bıçak gibi kesen gerilimlerle, Bond filmlerine has şüpheyi yerleştirmiş olabildiğince. Daha da güzel kısmı, bu koşuşturmacaya nefes aldırırken seks satar diyerek mevcuttaki kadın oyuncularını kullanmak yerine güzellik algısının erkekler üzerinde yarattığı baskıdan hareketle ya Daniel Craig’i atıyor aslanların önüne ya da mizahla Bond’un katı duruşunu törpülüyor. Killing Eve aracılığıyla janrda neler yapabileceğine tanıklık ettiğimiz Phoebe Waller-Bridge, bar taburelerinin ardından sendeleyerek ayağa kalkan bir James Bond çizip, teşkilat kapılarında söz dalaşlarıyla haset de barındırdığını hatırlatıyor 007’nin. Geçmişe attığı demirin haricinde zayıf noktalarını hırsları üzerinden ifşa ediyor, acısını da hep gün ışığının altında sahneliyor.
No Time to Die özelinde konuşulması gereken meselelerden biri de sıradaki Bond için yolu açarken bir kadının da bu rolü üstlenebileceğine ön ayak olacak bir anlatı yaratması. Aslında meselemizin Bond değil, 007 kodu olduğunu hatırlatan bir düzenek kondurulmuş tüm maceranın orta yerine. İsmini vererek sizler için sürprizini bozmak istemediğim karakterin yardımıyla, seyirciyi biraz test eden bir tarafı olduğunu bile düşünüyorum hatta. Cinsiyet politikaları ile fırsat eşitliği üzerine yaptığımız sohbetlerin nihayetinde hep aynı yere vardığımızdan, has milliyetçiliğin ve elbette militarizmin kalelerinden biri olarak işlev görmüş, hem perdede hem televizyonda türlü ajanın yaratımına da ilham olmuş Bond’un Daniel Craig’siz geleceğini muğlak bırakabilecek bir neticeye evriliyor film. Bir enteresan detay da senaryonun büyük bir kısmı kovid öncesi yazılmış olmasına karşın pandemi benzeri, DNA’ya özel kitlesel bir silaha karşı mücadele veriliyor olması. “Bond bir aile kurabilir, ununu eleyip eleğini asabilir mi?” sorusuyla birleştirilen kısımda bütün dünyayı ele geçirme planlarının tohumu, istihbaratın devletten habersiz yaratılmasına izin verdiği bir virüs ile atılıyor çünkü. Sanat mı hayattan, hayat mı sanattan sualini sorduracak kadar tanıdık bir ortam yaratılıyor.
Billie Eilish’in sesi olduğu, tasarımıyla büyüleyen jeneriğinden, epik ve gözleri yaşartan bitiş çizgisine kadar ivme hiç düşmese de göze çarpan kusurlar da var tabii. Kötü karakterinin eline geçirdiği teknolojinin ölçeği motivasyonlarını karşılamıyor bana kalırsa. Bununla birlikte maşa olarak kullandığı Rus doktor tiplemesi de Javier Bardem, Christoph Waltz ve son dönemde serinin kademe atlamasına yardımcı olmuş pek çok kötüsüyle kıyasladığımızda karikatürü andırıyor. Ian Fleming ürünü Bond serisine takviye edilmiş Lashana Lynch’e de kendisinden çok daha az ekran süresi bulunan Moneypenny’e oranla yeteri kadar boyut kazandıramadığını düşünmekteyim ayrıca. Gerçi burada başka amaçlar da olabilir ya neyse. Bunun muhasebesini zamanı geldiğinde yaparız. Ama heyecanı yüksek, ama tansiyonu nefis diye diye, sinema salonunda hem işitsel hem de görsel doyuruculuğa sahip bir film izliyor olmamızın keyfiyle müspete çekeceğim yine de kendimi. Zaten kusursuz görünüp kusurlu olmak 007’nin özünde mevcut. Varsın eksikleriyle parıldasın.