Eleştiri
tick, tick… BOOM!
Selam Oscar Boy yolcuları! Karnımdan ağrının eksik olmadığı uzun bir ayın ardından yine kürkçü dükkanına dönmüş bulunmaktayım. Bir sonraki maceraya kadar kendi çöplüğümde ötüyor olacağım. Gerçi ihtimaller dahilinde bu çöplüğü iyice yeşillendirmek de var ya neyse, bunları zamanı geldiğinde konuşuruz. Ödül sezonunun yüzünü göstermesiyle birlikte yarışın öznesi olacak yapımlarla da birer ikişer buluşmaya başladık biliyorsunuz ki. Bunlardan biri de, Lin-Manuel Miranda’nın uzun metrajlı bir yapım için kamera arkasına ilk kez geçtiği, Netflix bünyesinde seyirciyle buluşan tick, tick… BOOM! isimli müzikal. Janrın tiyatro sahnesi yordamıyla tanımını değiştiren efsanevi müzikal Rent’i yaratmış Jonathan Larson’ı konu alıyor bu yapım. Başarıya ulaşmadan evvel, yirmili yaşların vazgeçilmezi “belirsizlik” hissinin baskısı altında hem kendi şaheserini yaratmaya gayret ediyor, hem de kariyeri için mücadele verirken özel hayatını bir düzene sokmak için boğuşuyor Larson. 1996’da vefat etmeden evvel solo olarak sahneye de koyduğu bir oyunun uyarlaması aynı zamanda “tick, tick… BOOM!” adındaki yapım. Lin-Manuel Miranda’yla birlikte Larson’ı yaşayan ve yaşatan Andrew Garfield’ın da katkısıyla 2021’de tekrardan vücut buluyor.
Sahne için yazılmış metinlerin en büyük sıkıntısı, adaptasyon sırasında iki farklı medyumda hikâye anlatma sanatı adına çok farklı dinamikler işlendiğinden, organik bir tercüme olmadığı müddetçe sinema hissine bir türlü vakıf olamamamız. Yalnız Hamilton ve In the Heights ile Broadway’in tozunu bir hayli yutmuş Miranda’nın kondüktörlüğünde ortaya çıkan sonuç “Bir müzikal beyazperdeye nasıl uyarlanır?” sorusuna cevap verir nitelikte. Her şeyden evvel mekan kullanımı ve üzerine eğilmeyi tercih ettiği temaları açarken iki çalgılı çengili numara arasına sıkıştırılabilecek kolay yöntemlere başvurmaması sebebiyle film, dekorun hızlıca değiştirilebildiği sınırları belirli bir alanda sergileniyormuş hissinden uzaklaşıyor. Burada Larson’ın sıra dışı bir söz yazarı ve öncü olmasının önemi büyük tabii ki de. Kimse konuşmazken AIDS’i, homofobiyi, toplumun içine kazınmış her türlü ayrıştırıcı düşünceyi eserlerine taşıyan bir vizyoner çünkü kendisi. Bu eserinde de çalan her şarkı izlediklerimize yeni bir özet daha çıkmak için değil, başından geçenleri dünyaya baktığı yerden incelemeye aldığı kompozisyonlar olarak karşımıza çıkıyor.
Sanata ve sanatçıya dair her tartışmanın temelinde yatan sorulardan biri olarak kendi deneyimlediğimizi, bildiğimizi anlatmanın getirdiği yetkinliğin de altını çizen bir takım yaşanmışlıklar sonrası çıkarmış Larson bu metni ortaya. Miranda’nın filmi de Broadway sahnesinden geçmiş efsaneleri ağırladığı o şahane restoran sahnesine ev sahipliği yapan filminde en iyi bildiği şey için kolları sıvayıp bir müzikali yönetiyor diyerek bir yol yapabilmek mümkün. Ancak bunun da haricinde dünyanın neresine giderseniz gidin, evrenselliğini asla kaybetmeyecek yirmili yaşlarla ilgili o sancılı varoluşsal sorgulamanın orta yerinden, herkese tanıdık gelebilecek hisler, anılar armağan ediyor. Andrew Garfield’ın kariyer zirvesini gördüğü performansıyla ilgili diyecek ise hiçbir şey yok. Yakın bir tarihte konuk olduğu talk showlardan birinde kendisi de bir sanatçı olan annesini çok yakın zamanda kaybetmiş olmanın acısıyla, matemine sıkı sıkı sarılarak buradaki oyunculuğuyla onu onurlandırdığını söylemişti. Jonathan Larson’la nasıl özdeşleştiğini görünce çekimler sırasında bu duygusal adanmışlığın etkisiyle oynamış olduğunu hissedebiliyorsunuz.