Takip et

Eleştiri

The French Dispatch

tarihinde yayınlandı.

the french dispatch

Yönetmen: Wes Anderson | Oyuncular: Bill Murray, Owen Wilson, Elisabeth Moss, Jason Schwartzman, Fisher Stevens, Griffin Dunne, Tilda Swinton, Benicio del Toro, Adrien Brody, Léa Seydoux, Lois Smith, Henry Winkler, Bob Balaban, Denis Menochet, Tony Revolori, Frances McDormand, Timothée Chalamet, Lyna Khoudri, Jeffrey Wright, Mathieu Amalric, Stephen Park, Winston Ait Hellal, Liev Schreiber, Edward Norton, Willem Dafoe, Saoirse Ronan, Christoph Waltz, Cécile de France | Senaryo: Wes Anderson (hikâye & senaryo), Roman Coppola, Hugo Guinness, Jason Schwartzman (hikâye) | 107 dakika | Komedi, Drama, Romantik

Sinemayla bir ilişki kurmaya başladığım ilk yıllarda tanıştığım, dolayısıyla da yaptığı her filme sevmesem bile bağlılılık hissettiğim o yönetmenlerden biri Wes Anderson benim için. The Royal Tenenbaums’la yollarımın kesişmesinin ardından kalbimi çoğunluğun sevmediği The Darjeeling Limited’a daha fazla kaptırdığım, yeni projeleriyle ilgili haberler aldıkça da heyecanlandığım ve ellilerinde olmasına karşın “genç” yönetmenler listesinde saymaktan da kendimi alamadığım bir vizyoner. Moonrise Kingdom ve The Grand Budapest Hotel sayesinde artık ana akım tarafından da bağımsızın deli çocuğu muamelesi görmeyen biri hâline dönüşmesiyle birlikte vintage bisikletlerle inşa ettiği setlerine hayranlık besleyen kitle de giderek büyüdü. Hâliyle Anderson’ın oyun alanına davet edebildiği isimler de neredeyse her projesinde yüzlerini gördüklerimizden öteye geçmeye başladı. Dünya prömiyerini Cannes’da yapan The French Dispatch yıldız isimleri buluşturma konusunda filmografisinin zirvesi. Antoloji olmasının da yardımıyla ölçeği iyice büyütmüş Anderson. Ancak bu sefer sınıfta kaldığı çok önemli bir kısım var: Hikâye.

Gazeteciliğe bir aşk mektubu yazmak üzere yola çıkan Wes Anderson kamerasını yalnızca The New Yorker’ın külliyatına çeviriyor. Meşhur makalelerin, eleştirilerin, toplumsal olaylara dair yorumların, kendine has karikatürlerin yer aldığı haftalık dergiyi okuyarak büyüdüğü çocukluğuna da dönerek boyama kitabının sayfalarını dolduruyor. Adı The French Dispatch olsa da, hem tasarımı hem filmi içerisinde kaleme alınan öykülerinin uçuk taraflarıyla 96 yıllık derginin kendince yorumladığı bir portresini çiziyor Anderson. Tabii ki de onun filmlerinden aşina olduğumuz evren içerisinde mantıklı ama sineması adına yeni sayılabilecek bir takım kurallarla. Bisikletli Muhabir, Beton Başyapıt, Bir Manifestoya Düzeltmeler, Emniyet Müdürünün Özel Yemek Odası ve bunlara ek ölüm haberiyle her bir parçası ayrı dünyaya kapılarını açan bir seçki sunuyor seyirciye. Yazıları/bölümleri bittikçe oyuncu kadrosunun başka bir parçasını merkezine de alarak üstelik…

Alıştığımız bir delilik hâli var tabii ki The French Dispatch’te. Bu filmi de setlere harcanan paraları, simetri hastalığının yeni tezahürlerini ve ikili ilişkilerdeki friksiyonu hep aseksüel bir yere sürükleyen ama yokmuş gibi davranmayışını izleyerek tamamlıyoruz. Ancak anlattığı öykünün okyanusun bu tarafında bir karşılığı yok. Daha önceki işlerinde var olduğunu iddia edecek kadar şuursuz değilim elbet. Yalnız burada kullandığı referansların sayısı o kadar fazla ki Anderson her şeyi sıfırdan yaratmış gibi davranıyor olsa da izleyiciyle arasındaki duvar asla yıkılmıyor. Bu filmi birileriyle buluşsun diye değil de kendi entelektüel dertleri için çektiği çok belli. Dolayısıyla The New Yorker’a özel bir ilgi barındırmayanı tatmin edebileceği şaibeli.

Oyuncu yönetimi konusunda, neredeyse herkesi aynı şüpheci, şaşkın ve mesafeli varlıklara çevirse de istediğini elde eden yönetmen, orkestrasyon konusunda yine kimsenin eline su dökemeyeceği bir iş çıkarmış tabii. Eski dostları Bill Murray, Owen Wilson, Adrien Brody’den çömez yerlileri Jeffrey Wright, Benicio del Toro ve Timothée Chalamet’ye kadar herkes formunun zirvesinde. Alexandre Desplat, Jarvis Cocker’ın da bir şarkıyla eşlik ettiği müzikleri sayesinde bu deli dolu yolculuğu biraz daha katlanabilir kılıyor. Beton Başyapıt’ı merkezine alarak haricindeki lakırdılarını bir kenara savurduğu bir film izlemeyi tercih ederdim doğrusu. Kendi filmografisinin cılız özetleri olarak karşımıza çıkan antoloji parçaları zaten fikir fabrikaları olarak işlev görmekteki sinemasını iyice yorucu bir sanatçı istimnasına dönüştürmüş. Sonuna geldiğimde şahsına münhasır birinin hayal dünyasına değil de, tutkusu sayıklamalara dönüşmüş birinin yarattığı kaosa tanık olmuş gibi hissetmekten ne yazık ki kendimi alamadım.

Devamını oku
Yorum Yapın

Yorum yazın...

Oscar Boy sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin