Eleştiri
Birikenlerden Bir Tek Seni Bana Ekledim
İzleyip de yazmadığım çok film olduğu için bu tür konsept yazılara başvurmaktan asla çekinmiyorum, biliyorsunuz. Yine birbiriyle hiçbir bağı olmayan, sadece uzun yazacak enerjiyi kendimde görmediğim yapımlarla gündeminizi meşgul edeceğim izninizle. Yazmasam olur mu? Elbette. Ama işte bir göreve bağlı kalmak konusundaki tatsız disiplinimin bir parçası olarak aradan çıkarmak işime geliyor. Hadi bir avazda…
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
ZOLA
Twitter’da yapılmış bir thread baz alınarak senaryolaştırılan Zola, Sean Baker’ın başyapıtı Tangerine ile neredeyse aynı ritme sahip. Kaosun orta yerinde, tamamen huzursuzluktan beslenen ve herkesin en yüksek tondan konuşarak birbirini bastırdığı bir evren. Hikâye de seks işçisi arkadaşıyla çıktığı seyahat sonrası kendini belayla burun buruna bulan genç bir kadının etrafında dönüyor. A24’un genç ve umut vaat eden sinemacılara alan tanımasıyla ilgili bir şikayetim asla yok elbette. Zola’nın yönetmeni Janicza Bravo’nun bundan sonrasında ne yapacağı da merak konusu. Üstüne efor sarf edilmemiş gibi duran ama çalışılmış rejisiyle seyirciyi finale kadar taşımayı başarıyor. Ama biz bu öyküyü niye izliyoruz, her şeyden evvel bu tweet serisi neden senaryolaştırdı gibi sorularıma cevap bulmakta güçlük çekiyorum. Bir arkadaş toplantısında anlatılıp gülünerek geçilecek bir yaşanmışlıktan çığırtkan bir film çıkarmak kimin fikriyse umarım hesabını verir.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
THE DUKE
Seyircinin zayıf noktalarına bu denli oynayan filmleri beğenmek için artık çok yaşlandım farkındayım ama ne yapayım işte, The Duke’un şeytan tüyüne de kandım bir şekilde. Birkaç ay evvel kaybettiğimiz Roger Michell’in son filmi The Duke, altmışlı yıllarda National Gallery’den bir tabloyu çalan, deli dolu bir aile babasını konu alıyor. Her daim haklının yanında durmaya gayret göstermiş ve hayat onu nereye sürüklerse gereğini yapmış Kempton Burton’ın bir Goya portresini ele geçirmesiyle birlikte hem basın, hem polis, hem de konudan haberdar aile bireyleri peşine düşünce vuku bulan olaylar zincirini izlemeye koyuluyoruz. Ana akım anlatıların kolay tüketilebilir olmasını sağlayan bütün formüllerden nemalanan bir iş olduğu için “yenilikçi” demeye dilim varmıyor tabii. Fakat The Duke, bilhassa iki ana karakterini canlandıran usta oyuncular Jim Broadbent ve Helen Mirren sayesinde seyir keyfi çok yükselen bir iş. Adil bir evrende ikisi de Oscar radarında olabilirdi.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
MY HEART CAN’T BEAT UNLESS YOU TELL IT TO
Bir çağdaş ama mütevazı vampir anlatısı daha izlemeye sabrınız varsa önden buyrun. Jonathan Cuartas’ın ilk uzun metrajlısı My Heart Can’t Beat Unless You Tell It To, kana susamış kardeşleri için gerekli besini sağlayan bir ağabey ve ablayı konu alıyor. Adına hayat demeye bin şahit lazım varlığını sürdürebilmesi adına av bulup eve getiren kardeşler üzerinden dev bir aile kurumu taşlaması var elbette. Kandaşların kanımızı emen esas varlıklar olduğunu, birer ağırlık gibi nefes aldıkça onları taşımaya devam ettiğimizi söyleye söyleye bütün bildiğimiz yolları aşındırıyor. İrili ufaklı her vampir anlatısında gördüğümüz numaralarını teker teker ortaya koyan yapımın tekinlikten uzak bir atmosfer yaratmak için yaptığı her şey çok basit, hatta tahmin edilebilir olduğundan neresinden tutayım bilemiyorum. Ama en azından kendini büyük bir patlamaya bağlı tutmayarak, başından sonu belli bir katliamın fitilini ateşlemiş. Ne beklediyseniz onun olacağı filmlere zaafınız varsa önden buyrun.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
MAINSTREAM
Andrew Garfield’a doyduğumuz şu şahane yıla Mainstream’i de sığdırdığımızı tamamen unutmuşum. Palo Alto ile hayatlarımıza giren, canımız Francis Ford Coppola’nın torunu Gia Coppola tarafından çekilmiş bu yapım dijital araçlar yoluyla ünlenmeye çalışan bir kadının maruz kaldığı manipülasyon, bir gram ün için ruhunu satabilecek çevresi ve beraberinde getirdiği türlü kargaşa üzerinden bir medya eleştirisine girişiyor. Hatta medyadan da öte, bu tür platformlarla arası iyi yeni jenerasyonu topluca konuşup dev bir röntgen çekmeye kalkışıyor. Ama en klişe, en tahmin edilebilir, en eski, en bayat yorumlarla… Mainstream, tekeri patlamış araba misali oradan oraya savrulurken bir hikâye iskeleti yaratma arzusunda değil. Coppola, Link isimli karakterine o kadar hayran ve onun çevresinde yarattığı dünyaya öyle bağımlı ki ötesini görmeye de göstermeye de cesaret edemiyor. Dolayısıyla sonuç da hızını alamamış bir tren enkazı olarak özetlenmeye mahkum.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
TOGETHER TOGETHER
Bir erkek ve bir kadının olduğu bütün öykülerde meseleyi gönül bağına, aşka meşke, karında uçuşan kelebeklere bağlamaya çok niyetli bir yaradılışımız olduğu için Together Together’ın hele ki ortada “taşıyıcı annelik” gibi bir konu üzerinden oluşturulmuş bağ da varken bu tuzağa düşmemesini takdir ettiğimi söyleyerek gireyim söze. Bir kadın yönetmen ve senariste sahip olduğunu her dakikasında hissettiren Together Together, katarsislere bel bağlamayan ve hayatı olduğu gibi gözlemlemeye çalışan o bağımsızlardan bir diğeri. Merkezindeki karakterleri de Shrill’den tanıdığımız Patti Harrison ve bir süredir iyi filmlerde yolumuzun kesişmediği Ed Helms canlandırıyor. Bu ikili adına da, eli yüzü düzgün bir senaryoyla çalışmalarının getirisiyle “oyunculuk” egzersizi olmuş denilebilir. Ama işte filmin bütün esprisi tamamen bu doğallık, yeni bir perspektife kamerasını yerleştirebilmek iken bir adım daha ileriye gidememesi pahalıya patlayıp bir anda olağanlaşarak büyüsünü yitiriyor.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
NO SUDDEN MOVE
Kariyerinin bu noktasında artık ne yaptığını ve hangi yöne ilerlediğini asla anlamadığım Steven Soderbergh, HBO’yla yaptığı anlaşmadan çıkardı No Sudden Move’ı da. Muhtemelen Emmy özelinde yarışacak yapım Don Cheadle ve Benicio Del Toro gibi iki büyük karakter oyuncusunu bir belgeyi almak için kiralanmış iki gangster olarak izliyoruz. Bir anda konuk oldukları evin içerisinde herkesin hayatını değiştiren, yalnız alıştığımız suç filmlerinden farklı olarak bombayı masumun değil kodamanın elinde patlatan yapım ellili yıllardan bir kapitalizm taşlaması da denebilir. Bilhassa ilk yarısında çok da büyük bir ölüm kalım savaşına ihtiyaç duymadan öyle gerilimli bir atmosfer yaratıyor ki çıkan tansiyonun tesirine kapılmamak neredeyse imkansız. Ancak aynı tempoyu finaline doğru, yine bu taşlamanın bir parçası olarak inşa ettiği hesaplaşmalarla da bir anda çarçur ediyor ne yazık ki. Yine de formdan düşmüş Soderbergh için büyük bir adım. Bu hâllerini özlemişim.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
CENSOR
Filmlere sansür uygulamasında bulunan bir kurumda çalışan Enid, geçmişi ve kız kardeşinin ortadan yok olmasını alakadar eden bir görüntüyle karşılaşınca sıradan hayatı bir anda korku filmi setine dönüşüyor. İşte Censor tam olarak bu. Ne yaptığının bir hayli bilincinde ve bir korku filmi içerisinden yeni bir korku filmi doğurmaya çalışan, bitirme projesi olarak sunulmuş film okulu öğrencisinin vizyonu kadarına sahip, zayıf mı zayıf bir gerilim. Bunun arkasına tabii ki de Thatcher Britanya’sını monte ederek karakterlerinin halet-i ruhiyesiyle ilgili çeşitli imalarda bulunarak, jenerasyonların kanına işlemiş karar mekanizmalarının kesişimselliğiyle de ilgileniyor. Ama hangi ölçekte? İyi gözükmeye, klişe rüya sekanslarına bir hayli âşık bir yönetmenin elinde oyuncağa dönmüş. Yalnız başroldeki Niamh Algar’ı daha fazla görmek istediğimin altını çizeyim. Belli ki bağımsız Brit sinemasının önemli figürlerinden birine dönüşecek yakın gelecekte. Doğru projeyle buluşur umarım…
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
NINE DAYS
Edson Oda’nın uzun metrajlı bir film için kamera arkasına ilk kez geçtiği Nine Days, ruhların tekrardan dünyaya dönme sürecinde doğru kararı vermeye çalışan iki meleğin etrafında dönüyor. Bu süreçte beklenmedik bağlar inşa eden dünya dışı varlıklar için her anlamda sınayıcı olan bu görevin kendi yaşam döngülerimizden hem çok uzak, hem de bir o kadar içinde tanımıyla “iyi” ile “kötü” arasındaki farkı izleyici olarak gözden geçirmeye koyuluyoruz. Harika bir start verdiğine şüphe yok bu fantastik öğeler barındıran yapımın. Ama yola çıktığı iyi niyetli kaygılarını bir filmin içerisine homojen bir biçimde yaymayı başarmayı pek başaramıyor ve pek çok durağında fazla vakit harcarken, bu öyküyü katmanlandıracak, suallerini varoluşumuzun temel kargaşasından ileriye taşıyacak yerleri de hızlıca geçiyor. Geçit verdiği ajitasyonun da işleri kolaylaştırmadığı kesin. Seyirciyi, bilhassa sonuna kadar açtığı müzikleriyle, bu kadar manipüle etmeye ne gerek var, bilemiyorum.
[/two_third_last]