Eleştiri
Dune
Rötarlı da olsa Dune‘u ağırlamasam olmazdı diyerek gireyim söze… Denis Villeneuve filmografisiyle genelin aksine tatsız bir ilişkim olduğu için daha evvel David Lynch tarafından da uyarlanan Frank Herbert serisinin bu yeni versiyonuna büyük bir şüpheyle yaklaşmaktaydım. Star Wars ve daha yakın tarihten Lord of the Rings gibi, beyazperdede yeni bir külliyatla sıfırdan imparatorluk inşa etmeye kollarını sıvayan Villeneuve, serinin ilk iki kitabından uyarlayacağı üç filmlik maceranın ilk ayağında tam teşekküllü bir girizgâh ile karşılıyor izleyicisini. Hikâyeyi artık herkes az çok biliyordur. Bu kurgusal evrende baharat pek değerli bir ham madde ve dolayısıyla da hanedanlıklar arasındaki çatışmalar baharat rezervlerinin kontrolüyle alakalı anlaşmazlıklardan doğuyor. Gücün el değiştireceği sırada yaşanan ihanetlerle birlikte bugünün dünyasında bile karşılığını bulan, siyasete dinin, kimliğin, tarihin karıştırıldığı bir medeniyetler savaşının vuku bulduğuna şahitlik ediyoruz. Nihayetinde de tek kurtarıcı, bu tür öykülerin ihtiyaç duyduğu biricik kahraman olarak da Atreides soyunun son temsilcisi Paul (Timothée Chalamet) serüvenlerle dolu bir sürecin poster çocuğuna dönüşüyor.
Bir hikâye anlatıcısı olarak yetkinliğini her daim sorgulamaya müsait bulduğum yönetmen Denis Villeneuve’ün, bunun aksine atmosfer kurmak konusundaki becerileri tartışmaya kapalı. Dune’da da kitapların özünde yer alan mistik, daha evvel şahitlik etmediğimiz o yabancı habitatın tekinsiz, özgün arka planını çok iyi hazırlıyor. Kamera arkasında işinin ehli isimlerle çalışmasının da bir getirisi olarak Villeneuve, Türkiye sınırları içerisinde 3D IMAX teknolojisi görsel bütünlüğe ihanet etse de, merak uyandıran bir dünya yaratırken belli ki hiç zorlanmamış. Filmin, bilhassa işin içerisine farklı inanışları, yaşam biçimlerini sergilemeye soyunduğu noktalarda seyirciyi içine çekmek ve modern dünyada bu karakterlerin karşılıklarını aramamıza yol açmak konusunda başarılı olduğu kesin.
Ama, ve bu küçük bir “ama” değil ne yazık ki, Dune bir üçleme olacağından ilk epizota ayrılan hikâye, Herbert’ın kitaplarının hayranları haricinde muhatap yaratmakta güçlük çekiyor. Haddinden uzun önsözünde ana meselesine bir türlü gelememesi, izleyiciye devam filmleri için heyecanlandıracak ön gösterimi bir türlü yapamaması pahalıya patlıyor. Bitmek bilmeyen bir ev turu gibi Dune. Burayı tekrar ziyaret etmeniz hâlinde bunları yapabilirsiniz diyen bir tur rehberi olarak Villeneuve işini hakkıyla yerine getirse de, konuk olarak hiçbir şeye dokunmamıza ve kapalı kapıları aralamamıza izin vermiyor. Bu da seriyi orijinal materyale sadık ve eksiksiz bir şekilde beyazperdeye taşımak istiyor oluşuyla alakalı muhakkak. Fakat en nihayetinde üç saatlik bir yolculuğa çıkarken ana yemeğin içinde olacak malzemeleri dinlemekten daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz.
Tabii ki de devam filmlerinin epik karşılaşmalara ev sahipliği yapacağına şüphemiz yok. İlk parçanın bittiği, hayal kırıklığına sebep veren tansiyonsuz kavgasından sonra Dune’la ilgili anılarımızı yenileyecek bir anlatının gelmesi şart. Tabii kitaplar, mukayese etmekten kendimi bir türlü alamadığım Lord of the Rings gibi her durağını güçlü bir katarsisle destekleyecek içeriği muhteva ediyor mu bilmiyorum. Bunu Dune için yanıp tutuşan kalabalıklarla salonlarda tekrar buluştuğumuz gün konuşuruz umarım.