Eleştiri
Titane
Raw sayesinde kendisine beslediğim hayranlığa ihanet olarak nitelendirilebilecek Titane sonrası, Julia Ducournau hakkında konuşacağımız günün er ya da geç geleceğini biliyordum. Aylar evvel izleyip rafa kaldırdığım ve hatırlamaktan imtina ettiğim, Altın Palmiye sahibi yapımla alakalı, vizyona girmişken bir iki kelam etme zamanı artık. Ama öncesinde Raw’u sadece insan eti yeme fikriyle grafik bir izleme deneyimi yarattığından baş tacı etmediğimi not düşmem lazım. Et tüketimi konusunda meseleyi seyircinin sınırlarını zorlayarak yeniden masaya yatırması, beden politikasının kimlik mücadelesinin ön saflarında yer aldığını ima etmesi ve tabii ki bağımlılığın yalnızca toplumun çoğunluğu tarafından habis addedilmiş ürünlerden ibaret olmadığını söylemesiyle Raw çarpıcı olmasının yanı sıra aşermenizi buyurduğu vahşetin ortasında bugünle ilişkikilendirilebilir, tür sinemasının çok ötesinde cümleler kuruyordu. Titane’a girizgâhı yaparken Ducournau’nun bir önceki filmi hakkında bu kadar uzun uzun konuşmamın sebebi ise yönetmen aynı dertleri, bu sefer hiç de efektif olmayan ve şok etkisinin herhangi bir sadede bağlanamadığı bir anlatıda çarçur etmesi.
Korku janrının sinema tarihi boyunca gördüğü muameleyi değiştirebilme yetisine sahip sayılı sinemacıdan biri Ducournau. Titane’da da temelleri bir asır önce atılmış, ancak en bilinen etütleri David Cronenberg tarafından yapılmış body horror türünde yeni (!) bir maceraya kalkışıyor. Küçük yaşlarda yaşadığı bir kaza sonrası titanyum bir kafatasıyla hayatına devam etmek zorunda kalan Alexia ismindeki ana karakterimiz, elini kana bulamasının ardından izini kaybettirmek için alelade bir itfaiyecinin yıllar önce kaybolmuş oğlu olarak yerini alıp, bir arabadan sebep hamileliğini gizlediği hayatına sahte bir kimlikle devam ediyor. Ducournau, ikircikli dünyasını bu sefer çok bilindik bir yere kurmuş. Bir erkek sayesinde özgürlük tanımına yakın bir kaderle buluşan Alexia vasıtasıyla inşa edilen “rahatsız edici”, “tetikleyici” ve hatta “kışkırtıcı” perspektifte de sanki kameranın arkasında dünyaya erkeklerin baktığı yerden bakmak isteyen bir göz var gibi. Bu, belli ki istemli kararı da, vücut geliştirmeye duyduğu ilgi sebebiyle aldığı hormonlarla başka birine evrilen babayı cinsiyetsiz bir ebeveyne dönüştürerek de kullanıyor aslında Titane. Ama ne pahasına?
Beden politikasından kimlik mücadelesine yol alındığında elbette kuir olmanın da dile getirildiği bir duraktan geçmek kaçınılmaz. Alexia’nın kaçışında araç olarak kullandığı kayıp kişi de bir erkek neticede. Ve üstüne üstlük gerçekliği sorgulanmaya açık, vahşetle sonuçlanan hamileliğinin atanmamış bir arabadan olması Ducournau’nun bu alanda da bir söylem üretmeye meyilli olduğunu kanıtlar nitelikte. Fakat kendi keşfettiği topraklardan bu sefer daha bilindik ve normatif bir bakış açısı sağma motivasyonu, bir hayranı olarak beni hayal kırıklığına uğrattı. Dilini daha orta yolcu, herkesle iyi anlaşabilecek bir düzleme indirgememiş olmasını takdir etmekle birlikte bu sefer bütün öyküsünün şok değeri yardımıyla bir şeyler başarma çabası göze batıyor. Titane, bir sinema filmi olmak yerine bir deneyim olarak anılmayı tercih ediyor çünkü. Bu noktada da birkaç dekat önce aynı yolları hep mizojinist alet edevatla yürümüş anlatılardan bir farkı kalmıyor.