Eleştiri
Belfast
Argo’dan Spotlight’a, The Trial of the Chicago 7’dan 1917’e, The Shape of Water’dan Boyhood’a… Oscar’ın yakın tarihinin erken favoriler mezarlığında tanıştığımız anda şaşkınlığımızı gizleyemediğimiz yapımların sayısı yeteri kadar fazla değilmiş gibi, Kenneth Branagh’ın kendi çocukluğundan hareketle senaryolaştırıp çektiği Belfast da bu seçkin kulübün yeni üyesi olmaya hazırlanıyor. Altmışlı yıllarda Katolik Kilisesi’nin devlet işlerindeki varlığının sosyal hayata da sıçramasıyla beraber zorlu bir dönem geçiren Kuzey İrlanda’da, işçi sınıfına mensup bir ailenin en küçük bireyinin gözünden olup biteni izliyoruz. Mahallelerdeki aile kavramının romantize edildiği yakın ama bir o kadar uzak geçmişten, o nesile ait birinin veryansını olarak da nitelendirilebilir bütün film. Protestanlar ile Katolikler’in, insanlık tarihinin en faşist felsefesi din başlığı altında neyi paylaşamadıklarını anlamadığımız, herkesin sırf içine doğduğu şartları vazgeçilmez ve eşsiz sandığı için kendini üstün gördüğü o karanlıkta var olma mücadelesini sürdüren bir aile mevcut hikâyenin merkezinde. Tarihin yanlış fakat onlara kâr sağlayabilecek tarafında yer alabilecekken, haksızlığa boyun eğmemeleri sebebiyle de kısa bir zamanda ya burada kalıp başkalarına acı çektirmeye ya da doğdukları, sevdikleri, ama artık onların bildiği taptığı topraklar olmaktan çıkan Kuzey İrlanda’yı terk etme seçeneklerinin yer aldığı bir yol ayrımına sürüklüyor hayat filmin miniği Buddy ile ebeveynlerini. Sonrası ise Yeşilçam’dan miras, bir takım ana akım şaklabanlıkları…
Yönetmen olarak çok da parlak bir kariyeri olduğu iddia edilemeyecek Kenneth Branagh, çocukluğunun en tatsız parçalarını bile travmalardan bağımsız anmayı seven jenerasyona ait olduğu için, öznel bir yerden baktığımda, Belfast ile ilişki kurmak epey zorlaşıyor. Ancak bunun haricinde daha temel bir problemi var. Branagh, hem teknik hem de hikâye kurgusu konusunda dillere destan hataları arka arkaya sıralayan filmiyle, bir hikâye anlatmayı değil, düpedüz Oscar almayı amaçlamış. Birbirinden kopuk skeçleri bir araya getirerek topladığı anılar potpurisinde bir Oscar klibinden diğerine yüzüyoruz adeta. Belfast bir bütün olmakla kati surette ilgilenmiyor. Patlayan silahlar, dökülen kanlar, çekilen ızdırap, politik iklim sadece bir dekor anlatıda. İyi gözükmeye, bunu yaparken kalpleri çalmaya ve üzerine çok düşünüldüğü belli diyalogları Büyük Britanya’ya has bir cazibeyle servis etmeye takmış kafasını.
Motivasyonlarını bir kenara bırakarak değerlendirmeye aldığımızda da Belfast’ın teknik anlamdaki başarısızlığının görmezden gelinemeyecek kadar büyük olması pozitif bir argüman üretmeyi iyice zorlaştırıyor. Şehrin bugününden manzaraları açılış jeneriğinde garip bir şekilde her şeyin vuku bulduğu tek sokağa götürmesinin ardından orayı terk edemiyoruz bir türlü. Filmin klostrofobik hissiyatı da tamamen bu yüzden. Tek bir set parçasına, muhtemelen bütçenin kısıtlılığından, öylesine bağlı kalıyor ki Branagh bütün olayların sürekli aynı yerde vuku bulması inandırıcılığından pek çok şeyi alıp götürüyor. Karakterlerini tanıtmak konusundaki yetileri de sorgulanmaya açık. Ölümün ardından yapılan valslerin, söylenen şarkıların anlamlandırılmaya ihtiyacı var mı yoksa bu noktada temel film üretimi kurallarını konuşmamız mı gerekiyor emin olamıyorum.
Tüm filmin tepesinde doğduğu topraklara aşk mektubu yazacağım derken aklına gelen bütün anılarını sıralayan bir anlatıcının yer alması her şeyi gölgelemiş. Samimi olma kaygısını karakterlerinin doğasını işleyerek kamufle etmeye çalışan Belfast’ın bu “üzerine çok kafa patlatılmış” senaryosuyla bir sorunumuz olmaması gerekir aslında. Fakat vitrine konulanla muhteva edilenler arasındaki tezat izleyicinin ağzında plastik tadı bırakıyor ister istemez. Özetle; Judi Dench’in kapanışa sakladığı gövde gösterisi, Ciarán Hinds’in canlandırdığı “dede”sini kullanma(ma) biçimi ve tamamen başroldeki çocuk oyuncusu Jude Hill’e yapılan yakın planlara sırtını yaslamış duygusal manipülasyonuyla son yılların en bayağı Oscar yemi denilebilir.
Fatih
14 Şubat 2022 at 00:13
Olmamış bu film, beğenmedim. The Power of the Dog da kötüydü bence, bu sene filmlerde bir sıkıntı var. Bu filmlere ödül verirlerse Don’t Look Up’a haksızlık olur.