Eleştiri
West Side Story
Steven Spielberg’ün, suç ortağı Tony Kushner’la birlikte West Side Story’i yeniden uyarlamak için kolları sıvadığı günden bu yana kafamızı kurcalayan, tüm zamanlardaki favori filmi olduğunu dile getirdiği yapımın anısına saygısızlık ederek neden böyle bir şeye kalkışıyor sorusunun cevabını nihayet alabileceğiz bu hafta. Ready Player One sonrası hiç kamera arkasına geçmeyen Spielberg, pandemi sebebiyle rötara uğrayan filmiyle vizyona uğruyor. 1957 yapımı, Stephen Sondheim’ın yazdığı ve Leonard Bernstein’in bestelediği müzikal, Shakespeare’in şaheseri Romeo ve Juliet’ten serbest bir uyarlama esasında. Aralarında düşmanlık bulunan, iki farklı etnik kökene sahip sokak çetelerinin arasında, zamanın ve çevrelerinin baskısına aldırış etmeden birbirine âşık olan ama nihayetinde bedelini ödemek zorunda kalan iki gencin aşkını konu alıyor West Side Story. Orijinal filmin 11 Oscar adaylığının 10’unu ödüle dönüştürdüğü yetmezmiş gibi Broadway adaptasyonları da sahneye konan bütün versiyonlarıyla Tony ödülleriyle baş tacı edilmiş. Spielberg niye böyle bir taşın altına elini sokuyor sorusu da bu yüzden. West Side Story bir kez daha uyarlanmaya ihtiyaç duyan bir eser mi, üstüne söylenmemiş bir şey kaldı mı sualleri hep akıllarda. Ama ana akım sinema denilen şeyin Hollywood’taki mucitlerinden biri sayılabilecek Spielberg, onu sevelim ya da sevmeyelim, bu kariyeri tesadüfen inşa etmediğini kanıtlar nitelikte, dört başı mamur bir müzikalle karşımızda. Şüphe ettiğimiz için başımızı önümüze eğmemize sebep olacak bir ölçekle hem de…
Yeni nesil West Side Story’nin en büyük artısı, tabii ki de hikâyenin gerektirdiği gibi Latinx karakterlerin Latinx komüniteden oyunculara teslim edilmesi. Orijinalinde Natalie Wood kastingiyle yapılan hatanın bir benzerinin tekrarlanması istenilmediği gibi, Ansel Elgort haricinde (ki bence o rol de daha tanınmamış bir oyuncuya verilebilirmiş), kariyerlerinin çok başında olan ve bir Spielberg filminde pek karşılaşmadığımız, “yıldızsız” bir yol tercih edilmiş. Rachel Zegler, Ariana DeBose, Mike Faist ve David Alvarez dünyaya tanıtılırken, kreatif yenilikler şarkıların dağılımı, sahneleniş biçimleri ve hatta solist seçimlerine de yansımış. Kusursuz bütünlüğün sağlandığı eşsiz koreografilerle bezeli müzikal numaralarda bu janrın perdeye nasıl aktarılacağına pek hâkim bir kondüktörün kamerası konuşuyor, hikâye şemsiye terim olarak trans başlığının altına yerleştirebilecek karakteri haricinde de bugüne dairliğe hiç yanaşmadan taze kalmayı başarıyor. Çünkü West Side Story, her şeyden evvel sinema sanatına bu filmlerle âşık olanların ihtiyaçlarını giderme, salonlardan uzakta kaldığımız şu dönemde özlemimizi epik bir buluşmayla sakinleştirme coşkusuna sahip.
Spielberg, West Side Story yardımıyla neden hâlâ Hollywood’un çalışmaya devam etmekteki en iyi yönetmenleri arasında anıldığını hatırlatıyor esasen. Tony’nin hikâyesinde sendelemesi, müzikallere has açılıştaki yapaylık ve o dünyaya alışma sürecinin haddinden biraz uzun sürmesi haricinde inanılmaz bir işçilik muhteva etmekte film. Hikâyenin çağdaş bir okumaya girişildiğinde geçerliliğini yeteri kadar korumuyor oluşu, öykündüğü Şekspiryen metine bazen sıkıca bağlı kalma ısrarı akışa ihanet etse de akıllara kazınan karelerin bolluğu inanılmaz. Taraflar, Sharks ve Jets, karşı karşıya geldiği her anda, onlara eşlik eden müzik ya da kesici aletler olsun fark etmeksizin, kamerayla vals ediyoruz adeta. Ses tasarımında, orkestranın salonun içinde bir yerlerdeymiş gibi size eşlik etmesi de cabası.
Evet, klasik bir film var karşımızda. Ama bunu bir kusur olarak görmemekte yarar var. Mesele, Hollywood’un televizyonla rekabete girdiği yıllara olan hayranlığınızın derecesinde bitiyor. Ben belki gizli bir müzikal hayranı olduğum için, yakın tarihte kaybettiğimiz Sondheim’ın da her satırına iyice kulak kesilerek, mümkün olan her noktasında teslim oldum filme. Yarım asırı aşkın kariyerinde zirveyi hep zorlayan Spielberg’ün sadece bir filmi değil bir deneyimi, bir dönemi, tarihi vitrine yerleştirdiğinin de bilinciyle sarıldım. Kah Rita Moreno’nun gözyaşlarımızı hareket geçiren “Somehow”ında, kah Ariana DeBose’nin canını okuduğu “America”da…