Eleştiri
The Lost Daughter
Rol aldığı her yapımda yeni zirveler keşfeden yetenekli aktris Maggie Gyllenhaal, kitaplarını bilmiyorsanız bile My Brilliant Friend isimli, HBO’da da gösterilen İtalyan yapımı dizi sayesinde hayatlarımıza girmiş Elena Ferrante’nin bir başka romanını uyarlamak için ilk kez oturdu yönetmen koltuğuna. Venedik’teki prömiyerin ardından Netflix tarafından yayın hakları satın alınan yapım, Bir Film’in erken davranmış olması sağolsun dijital platforma uğramayıp direkt sinemalara geldi. Böylece vizyon takvimi açısından epey iyi geçen yılın öne çıkan ödül sezonu işlerinden birini daha izleme listelerimizden çıkarmış olduk. Erkenden kavuştuğumuz The Lost Daughter, tek başına çıktığı bir tatilde başka bir anneyi gözlemleme imkânına erişmesinin ardından geçmişiyle yüzleşerek hayatı boyunca aldığı bütün kararları elden geçiren bir profesörü konu alıyor. Orta yaşlı, iki çocuk annesi ve işine kendini adamış Leda, sahilde tanıştığı – öncesinde sadece gözetlediği – Nina sayesinde/yüzünden kim olduğunu, buralara nasıl geldiğini hatırlıyor. Nina ve mensubu olduğu İtalyan göçmeni Amerikalı aileyle Leda arasındaki tansiyon sırasında tutunduğu tavırla birlikte de bu kadının kim olduğunu, tatile neden çıktığını ve yetişkin olarak dönüştüğü bireyin dünüyle bugününü kıyaslayarak her bir şeyi öğrenme şansına erişiyoruz.
Gyllenhaal, korku filminden hâllice bir öykünün üzerindeki kara bulutları biraz olsun dağıtmaya özen göstermiş. The Lost Daughter sadece bir iç hesaplaşmadan ibaret değil çünkü. Etrafa ya da seyirciye kendini sevdirmek gibi bir gayesi bulunmayan Leda aracılığıyla kadınlara kimi zaman rıza inşasıyla dayatılan “annelik” durumunun herkese uygun olmadığını ima ediyor her şeyden evvel film. Kadın perspektifinden, bu tercihi yapanlara da saldırıya geçmeden büyük fedakarlıklar söz konusu olduğu için bu dev sorumluluğu elinin tersiyle itmesi gerektiğini düşündüğünde, bir kadının bu kararı alabilecek ve uygulayabilecek güce sahip olmasını, seçme lüksünün bulunmasını arzuluyor. Erkeklerin borusunun öttüğü, toplum baskısına boyun eğmiş kadınlarla dolu bir sahilde, kendi hikâyesini aşındıran ve sırf huzur kaçmasın diye boyun eğilen her şeye baş kaldırmasıyla iyice ayırıyor kendini Leda, oradaki kalabalıktan. Kah lafı fazla uzatan ev sahibini kibarca kovalıyor, kah iki cümle sonrasını düşünmeden dürüstçe iletişime geçiyor, kah bir çocuğun oyuncak bebeğini kaçırıp kendi kendine oynuyor.
Tüm bu kalın sınırları çizen Leda kadar özgüven sahibi bir film değil ama The Lost Daughter. Geçmişle bugün arasında gidip gelirken hep iki farklı film izliyormuş hissiyatı hakim. Olivia Colman’ın başarıyla canlandırdığı İngilizce profesörü, entelektüel ve maddi anlamda üstün olduğu insanlarla karşılaşınca farklarını usulca gösterebilen her kadın karakter gibi canavarlaştırılmamış ama anlaşılmaktan çok anlatılıp geçilmiş gibi duruyor bir taraftan da. O tekinsiz atmosferle başıboş bırakılmış bir filme dönüşmüş adeta. Ters giden her şeyi incelemek yerine dağıttıkça da perdeyle seyirci arasındaki uçurum derinleşmiş. Bu noktada Dakota Johnson’ın bilinçsizce canlandırdığı Nina’nın gayesizliği, Paul Mescal’ın steryotipleşmiş kastingi ve bütün katarsislerin çözülme anı olarak görülebilecek itirafın ardından frenden ayağını çekmesiyle birlikte dağınık bir yapbozdan koşarak uzaklaşmış sanki Maggie Gyllenhaal. Tek bir karakterine imtina edip geri kalanını kaderine terk etmiş.