Eleştiri
Yolu Büyük Festivallerden Geçenler
Artık sezonun çoğunu uzun uzun yazmalıyım kafasından bir hayli uzaklaştım. Üstelik araya başka uğraşlar girdiğinden hepsini tek başına yazarak yetişeceğim bir takvim oluşturmakta da güçlük çekiyorum. O yüzden bu sene bir hayli kolaj yazı yaptı farkındayım. Önümüzdeki günlerde Akademi’nin kısa listelerini açıklamasıyla birlikte The Hand of God, Drive My Car, Playground, Unclenching the Fists, Flee ve daha nicesi hakkında da fikirlerimi birer paragrafta beyan etmeye hazırlandığımı belirterek bugünün meselesine geçmek istiyorum izninizle. Yine biriktire biriktire canını çıkarttığım dev bir liste var karşınızda. Yolu Cannes, Berlin, Sundance ya da Venedik’ten geçmiş yapımlar hakkında “Ben de konuşmazsam olmaz!” temalı bir yazı gibi düşünelim, beğenmiyorsak kafamızı başka yöne çevirelim. Hadi sağ ayakla…
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
ANNETTE
Sanıyorum artık Leos Carax ile yıldızımın asla barışmayacağını kabul etmem gerekiyor. Bir stand-up komedyeniyle opera sanatçısının tutku dolu aşkları evlenip çocuk sahibi olduktan sonra alt üst oluyor, Twilight serisinin Renesmee’sini hatırlatan Annette’in trajik kaderini de üstüne ekleyerek Carax stilize bir müzikal sahneye koyuyor. Yönetmenin üslubunu bilenler ve buna rağmen sevenler için tabii ki de yine delişmen, tamamen dürtülerinizi harekete geçirmeye odaklanmış bir atmosfer mevcut. Öyle ki bu sefer söylemek istediklerini büyük ve anlaşılmaz imgelerin arkasına da saklamadan, mübalağalı bir operada olduğu gibi insana dair en yalın ve vahşi duyguları resmederek koymuş ortaya. Ama işte mesele bu dünyayla ne kadar bağ kurabildiğinizde bittiğinden, bir anlatıcı olarak ilgimi hiçbir zaman çekememiş Carax’ın Annette’ine de kayıtsız kaldım. Emek verilmiş bir kakafoniden fazlası değil benim için. Sinemaya bu denli âşık değilim. Hayranları kusuruma bakmasın.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
LAST NIGHT IN SOHO
Büyük Britanya’ya, hatta Londra’ya benden daha çok âşık tek insan Edgar Wright, Last Night in Soho’yla bir parçası olmaya çok özendiği bir zaman aralığına ışınlıyor hem karakterlerini, hem de bizi. Moda tasarımcılığı eğitimi almak üzere taşındığı bu koca şehirde, bir türlü “bugüne” ayak uyduramayan ve huzuru altmışlı yıllarda bulan ana karakteri Ellie aracılığıyla ünlü olmaya çalışırken seks işçiliğine mecbur bırakılmış Sandie’yi izleterek o gösterişli yılların karanlık taraflarıyla tanışıyoruz. Fetişize edilerek bir cisme dönüştürülen kadınların intikamını alacak herhalde dediğimiz yerde de o korkunç, son ana kadar inşa ettiği bütün öyküyü yerle bir eden yarım saatini vuruyor suratımıza. Finale yerleştirdiği saatli bombasıyla yeni bir şey deniyor diye de düşünmek mümkün ancak sırf bunu yaptığı için acaba meselesi hiçbir zaman cinsiyet bazlı şiddet, ayrımcılık ve düşmanlık değil miydi diye sorgulatıyor açıkçası. En iyi bildiği şeyi yapmaya, komediye geri dönmesi hayrına olacaktır.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
BENEDETTA
Paul Verhoeven’ın da bu yazıda yer alan “deli” yönetmenlerden biri olduğu su götürmez bir gerçek. 17. yüzyılda lezbiyenlikle yargılanan bir rahibenin gerçek (ya da gerçeğe bir hayli yakın) hikâyesinin beyazperde uyarlamasında Verhoeven, erotik sinemanın ellere yar olmasına izin vermeden uzmanlığını konuşturuyor ve kışkırtıcı sinemasına bir takım fantastik öğeler de ekleyerek inanç adındaki faşist felsefeyi bir kez de Benedetta üzerinden bizzat kendisi bıçaklıyor. Ancak Verhoeven’ın erkek bakış açısı üzerinden yaratılmış meme obsesyonlu kamerasıyla yaptığı tüm tercihler Benedetta’nın yeni yetme bir yönetmen tarafından çekildiğini düşünmenize sebep olacak kadar amatörce. Devamlılık hataları, filmin görsel anlamda bütünlüğü yakalayamıyor oluşu, ekrandan taşan ve neden yapıldığını bilmediğimiz oyunculuk tercihleriyle bir nevi intihar projesi bile denebilir. Ben Elle ile aynı zihinden çıkmış olmasına akıl sır erdiremedim. Anlayabilen varsa, beri gelsin.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
PETROV’S FLU
Leto’yla hayatlarımıza girmesinin ardından acaba sıradaki projesi ne olacak diye heyecanlandığımız Kirill Serebrennikov, tiyatro geçmişli bir yönetmen olduğunu hatırlatan Petrov’s Flu ile karşımızda. Alexey Salnikov’un romanından uyarlanan yapımın konusunu açıklamak güç. Hayalle fantezi arasında sürekli gidip gelirken, Rusya’nın hem bugünü hem de geçmişinden selüloit bir hatıra defteri gibi ayrı ayrı parçalar barındıran bir sergi olarak düşünülebilir esasında. Serebrennikov, Salnikov’dan yardım alarak mazinin küratörlüğünü yapıyor. Hem birey olarak muhteva ettiği, hem de topluma mal olmuş bir öfkenin tablosu bu. Teknik anlamda da zirveye oynayan yapımın, benim nezdimde tek sıkıntısı bu tarihe hâkim olmayışım. Kendi coğrafyasının dışına çıktığında anlamını olmasa da tesirini kaybeden mizansenlerinin sayısı biraz fazla. Ama diktatörlüğü tatmış her kalabalığın, olaylardan bağımsız, tanıdık bulacağı diğer yarısıyla iletişim kurunca içine girmek kolaylaşıyor.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
NINJABABY
The Lost Daughter’la Ninjababy’nin aynı yıla denk gelmiş olması çok manidar. İstenmeyen bir gebelikle burun buruna kalınca hayatın bu tatsız sürpriziyle baş etmek üzere harekete geçen ana karakterin duygu durumunu takip ediyor Avrupa Film Ödülleri tescilini almış komedi. Hayatının bu aşamasında anneliği planlamayan ve hatta kati surette anne olmak istemeyen Rakel, geç fark ettiği için kürtaj hakkı da elinden alınan hamileliğiyle genç bir kadın olarak yolunu bulmaya çalışıyor. Tıkır tıkır işleyen, animasyonu kurgusuna pek güzel yediren, başrolündeki Kristine Thorp’un da döktürdüğü müthiş bir keşif aslında. Gillian Robespierre’in Obvious Child’ını da hatırlatmakta hatta yer yer. Ama bu duygusal boşluk anında bir erkeğe sırtını dayamaya hiç de ihtiyacı olmayan bir karakterken bir şekilde öykü anne olmak mı olmamak mı sualinden o adamla mutluluk mu bu adamla sorumluluk mu gibi bir yere evriliyor. Keşke başka bir şekilde yapsaymış finali diyerek, kusurlarıyla kucakladım.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
BERGMAN ISLAND
Canımızdan çok sevdiğimiz yönetmenler listesine adını altın harflerle yazdıran Mia Hansen-Løve’ın pek sevdiği bir yönetmene aşk mektubu yazarken bir anda heteronormatif ilişkilere dair yeni kalp kırıklıkları çöplüğüne döndürdüğü direksiyonla sorunum olduğu için tüm hayranlarından özür diliyorum öncelikle. Mia Wasikowska’nın dahil olduğu yerden itibaren akıl almaz bir performansla seyirciye hipnotize edip, öncesinde izlediğimiz bütün o sancılı yaratan, üreten çiftlerin entelektüel çarpışmaları çukurundan bizi kurtarması tabii ki de çok özel. Fakat Bergman Island, erkeklik denilen illetin varlığını bütün sosyal sınıflarda gösterdiğini hatırlatırken sadece iki parçasından medet umuyor: Biri tabii ki de Wasikowska’nın oynamayıp yaşadığı Amy karakteri, diğeri de filmin kurguyla gerçek arasındaki sınırları kaldırdığı final virajı. Bunlar olmasaydı yüzleşmekten kaçınan iki yetişkinin iki saatlik homurdanması bir şey ifade eder miydi bilemiyorum.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
PETITE MAMAN
Tomboy, Girlhood, Portrait of a Lady on Fire derken çalışmakta olan yönetmenler arasında açık ara favorime dönüşen Céline Sciamma’nın bende bir tık hayal kırıklığı yaratan Petite maman’ı hakkında konuşmayı sürekli erteledim. Üzerinden epeyce bir zaman geçmiş olmasına karşın filme karşı hâlâ hissizim. Pandemi etkisi midir bilinmez, herkesin hayal âlemiyle hakikatin valsinden doğan öyküler anlattığı yılda Sciamma da çocukluğumuza dair masumiyeti kullanarak geçmişe kollarını açıp geleceğe dair bir cevap arıyor. Biraz da anne elinin değdiği bir hatıra geçidinde sadece huzurun varlığını göstererek nüktedan sinemasının en mütevazı örneğini çıkarıyor. Bir şikayet alanı oluşturabilmek tabii ki de imkânsız. Sciamma, hak ettiği değer asla verilmeyen çok büyük bir sinemacı. Fakat Petite Maman’ın üzerinize çökmeyen ama bir yandan da varlığını hissettiren yasını bir türlü kucaklayamadım. Alçak gönüllü tavrının bir sonucu olan sıradanlığında boğuldum.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
THE INNOCENTS
Norveç sinemasının medar-ı iftiharı Eskil Vogt, iyi bir kalem olduğunu kanıtlamasının ardından soluğu yönetmen koltuğunda almış ve Blind ile (umuyorum) hepimizi büyülemişti. İkinci uzun metrajlısı The Innocents için de aynı cümleleri sarf etmeyi çok isterdim. Fakat çocukluğun masumiyeti içerisinde ableizmin ve erkeğe dair habisliğin varlık gösterdiğini söylemesi haricinde bir korku filmi klişesi olarak işleyen film, kısa metrajlık meselesini iki saate yaymaya çabaladıkça aksıyor. Bütün tuzaklarını görünür yerlere koyan ve büyük bir patlamaya hazırlayıp ardından eli boş gönderen matematiğiyle tabii ki de Vogt’un kokusunu almak mümkün. Ama tür sinemasını stabil bir şehrin pek düzenli sitesine yerleştirmek, her kapının ardında bir hikâye olduğunu söyleyip sonra bunu ebeveyne değil de cinsiyet atayıp her şey annelerde bitiyor gibi bir yere bağlayan kötücüllüğünü ben kabul edemedim. The Lost Daughter’la Ninjababy izleyin sayın Vogt, rica ediyorum.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
THE SUMMIT OF THE GODS
Netflix bünyesinde seyirciyle buluşan ve Oscar’ın animasyon yarışında da tutunmaya çalışacak olan The Summit of the Gods, aynı adlı Japon manga serisinden uyarlama bir yapım. Gerçekten de yaşanmış olayları bu teknikle ve kurgusal yoldan anlatmayı tercih etmiş olmasına karşın belgesel gibi de algılanmaya pek açık bir “canlandırma” olarak düşünülebilir ama. Geri dönmediği için Everest’e çıkan ilk kişi olduğu kanıtlanamayan bir yüksek irtifa dağcısının izinden giden bir fotoğrafçıyı konu alıyor. Animasyon olmasına karşın, yerle gökün sınırlarının ortadan kalktığı filmlerden farksız bir biçimde manzaralarıyla görsel bir şölen yaratıyor yönetmen Patrick Imbert. Ancak bu alanda yakaladığı başarının tekrarını senaryosunda göremiyoruz. Film, sabır isteyen spor dalı gibi ağır ilerliyor ve akışı kimi zaman hikâyeye hizmet etmeyen sahnelerle bozuyor, bu da yetmezmiş gibi fazlaca boşluk bırakıyor ne yazık ki. Biraz daha sıkı bir kurguya ihtiyaç duyduğu kesin.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
NITRAM
Bana Barry Keoghan’ı hatırlatan başrol oyuncusu Caleb Landry Jones’un Cannes’dan En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle döndüğü Nitram, Fassbender ve Cotillard’lı Macbeth uyarlamasından tanıdığımız Justin Kurzel’in ana vatanında çektiği, We Need to Talk About Kevin sularında yüzen bir yapım. Ama Ramsay’in aksine Kurzel, insanın kötü doğmadığı ve koşulların onu kötü yaptığına inanıyor. Bu konuda aynı düşündüğümüzü eklemem lazım. Toplum tarafından ezilen, anlaşılmadıkça öfkelenen, dinlenmedikçe ötekileştirilen Nitram lakaplı ana karakterinin bir garip hayal yolculuğunu uzunca anlattıktan sonra vardığı final ise neredeyse insanlık suçu denilebilecek kadar sıkıntılı. Çünkü zorbalık görmüş kimseler okullarınıza girip çocuklarınızı vahşice öldürüyorsa, onları kazanamadığınız için suçlu sizsiniz demenin sağlıklı olduğuna inanmıyorum. Otizm spektrumundaki karakterini canlandıran Jones’un oyununu ableist bulacaklara da itirazım olamaz.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
THE GIRL AND THE SPIDER
Kendi sinema dilini yaratan anlatıcılar arasında mutlaka adları anılması gereken Zürcher Kardeşler, The Girl and the Spider isimli yeni filmleriyle taşınma eylemi üzerinden yirmili yaşların ikinci yarısına denk düşen bir arayışın ortasından bildiriyor. Bir devri kapatmak zorunda kalmamış, yetişkinliğin hâlâ uzak gelecekte soyut bir devir olduğunu düşünen ve tabana kuvvet mutlak sondan kaçan herkesin bir şeyler bulması mümkün filmde. Tabii ki de bunu üstünüze çöken yüksek bir tempoda, camları sonuna kadar açık ama her şey “yerli yerinde” olmadığı için hem klostrofobik hem de aidiyetten arındırılmış bir ortamda yapıyor olması müthiş. Hem kaosu, hem dinginliği, hem sesi, hem esi kucaklaya kucaklaya giderken yardımını aldığı, bu dünyaya ait değilmiş gibi duran imgelerinin tamamını da titizlikle yediriyor öyküsüne. Düşündükçe büyüyengillerden olmasının da tesiriyle bir kez daha ziyaret etsem mi sorusunu sordurması mümkün.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
CRYPTOZOO
Uyuşturucu maddelere ulaşımın giderek kolaylaştığı modern çağın en büyük kazığı oldu bize herhalde bu kafası dumanlı filmler. Cryptozoo da doğru halüsinojenlerin etkisi altında olsak muhtemelen iyi bir fikir olduğuna inanacağımız ve daha önceki yolculuklarımızda bizim de hayal ettiğimiz bir takım varlıklar içeren, kısacık süresine rağmen bir ömür sürüyormuş gibi hissettiren vasat bir animasyon. MUBI bünyesinde seyircisine ulaşan yapım, Oscar yarışında hiçbir yere varamayacak besbelli ama başvurular arasında yer aldığını da not düşeyim. Mitolojiyle yakından ilgili seyircisine alternatif bir tarih yaratarak, referans hafızasından rastgele seçimler yaparak sınava tutan hâliyle bana fazla “tutkulu” geldi tüm film. Görsel anlamdaki yoruculuğunu anlatıyı biraz sadeleştirerek dengelemesini de elbette çok isterdim. Ama belli ki külliyat üzerindeki hakimiyetini göstermek isteyen bir vizyonerin (!) ellerinden çıkmış, yapacak bir şey yok.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
WHAT DO WE SEE WHEN WE LOOK AT THE SKY?
Pek çok fikri tek bir filmde buluşturmanın marifet gerektirdiğini ne zaman öğrenecekler kuşağının son temsilcisi What Do We See When We Look At the Sky. İlk görüşte aşkı sahneleyerek başlayan yapım özgün bir denemeye girişerek, kimi zaman konudan bağımsız halk efsanelerinin peşinden koşup, deli saçması cadı masallarından anlamsız çekişmelere kadar, tamamlanmış gibi durmayan eskizlerini bir araya topluyor yönetmen. Çok dağınık bir anlatısı yok neyse ki. Takibi kolay ancak skeçler hâlinde muhtemelen birkaç filme yetecek malzeme de çıkarabildiği bir yerlerde. O yüzden seyir deneyimine bağlı tepkilerle ölçülmeye pek müsait. Biraz da özgünlüğü metinde mi yoksa uygulanışta mı aradığınızla ilgili tabii mesele. Kendi sinema dilini yaratmak için üstün çaba sarf eden Alexandre Koberidze’nin biraz daha pişmeye, yaptığı egzersizlerle mesai miktarını artırarak sıkı sıkıya bağlı olduğu evrene alıştırması şart.
[/two_third_last]
[one_third][/one_third]
[two_third_last]
FRANCE
Bruno Dumont sinemasıyla ilgili hislerimi kendimi sansürleyerek anlatabileceğime hiç inancım yok ama deneyelim bakalım… Kör kör parmağım gözüne anlayışının kuru mizah olduğuna kanmamız için her sene takla atmaya devam eden Dumont, bu sefer de ünlü bir gazeteci/spiker aracılığıyla medya eleştirisine girişiyor. Suçu bireyde değil toplumda aramasıyla meşhur beyefendinin yine aynı labirentte dolandığı kesin. Ancak bu sefer hicivin boyutları Olacak O Kadar düzeyinde. Sosyal gerçekçiliği kötü oyuncu yönetimi ve temel kurgu hatalarıyla süslerken aynadaki yansımasıyla sevişmekle o kadar meşgul ki bir film değil de, yine uzun bir skeç komedisi maratonu izletmiş. Dumont filmlerini izledikten sonra kafasının yarılmasına alışık olanlar için bekleneni vereceğine hiç şüphe yok tabii. Ben yine benzer bir kuşkuyla finalini edip, tüm o mizahi tonla acı çektim tabii ki. Levent Kırca’yı rahmetle andırdığı için teşekkür ederim ama.
[/two_third_last]