Eleştiri
The Worst Person in the World
İçeriğinden bağımsız, The Worst Person in the World‘ü hayatımın en karanlık dönemlerinden birinin parçası olarak anacağım sanırım uzunca bir süre. Vizyona girdiği hafta burun buruna geldiğim, içinden çıkabileceğime asla inanmadığım kaos yüzünden bir türlü salonun yolunu tutamadığımdan ters giden her şeyin bir temsili de oldu benim için. Ne zaman gitmeye niyetlensem, bir başka yeni gelişmeyle filmi izleme planlarım bir rötar daha yedi. Neyse ki bu zamanı yaratabilecek bir yerdeyim artık hem fiziken, hem de mental olarak. Dolayısıyla pek hayranı olmadığım Joachim Trier’in kariyerinin en iyisi olarak nitelendirilebilecek, uluslararası film kategorisinde Norveç’i temsil etmeye hazırlanan yapımla nihayet buluştum! Prolog, epilog ve harici 12 parçadan oluşan The Worst Person in the World, otuzlarına yaklaşmakta olan Julie adında genç bir kadını alıyor merkezine. Hepimizin o yaşlarda tanıklık ettiği yol ayrımlarına gelince nefeslenmeye ihtiyaç duyan, ama hayat denilen hareket hâlindeki organizma asla yavaşlamadığından akıntıya kendini bırakan biri Julie. Film de kısacık ömrüne sığdırdığı iki büyük ilişki üzerinden onu tanımlamak değil de, yol arkadaşına sahipken daha fazla şey deneyimlendiğinin ve sevgi gördükçe kim olduğumuzu anlamaya tanınan fırsatların çoğaldığının bilinciyle bu yolculuğu en ön sıradan izlettiriyor bizlere. Yetişkinliğin o karanlık evresine atılan adımın evrensel olmasını da kullanıp aşinalığıyla yaralayan bir yapıma evriliyor.
Yirmilerin sonundan otuzların başlarına kadar uzanan, bir arayışın peşinde o kendi gölgende kaybolma hâlini, Renate Reinsve’nin muazzam performansıyla birlikte çok güzel çizdiğine şüphe yok Trier’in. Kadim dostu Eskil Vogt’la yazdığı küçük hikâyeler eşliğinde bulunduğunuz coğrafya fark etmeksizin bildiğiniz mücadeleleri, ismiyle cismiyle oynayarak sahneye koyuyor. Julie bir sayfayı kapatıp yenisini açarken yine endişeli, yine hiç kafasına takmamasına rağmen bir anda karşısına çıkan tümsekler yüzünden yorgun ve yine bitap. Hem bir cevap aradığının farkında, hem de aslında bir cevaba ihtiyacı yok. Bunu da herkes için değişen, onun hayat çizgisinde hakkına dönüşen elemli gelişmeyle sezebiliyor anca. Yalnız tüm bu tanışıklığın arkasına karakterin dönüştüğü yerin üreme eylemi üzerinden biçimlendirilmesi, en nihayetinde filmin erkek bakış açısından bir kadını anlattığını ve garip bir şekilde ana karakterlerinden Aksel’i bile daha iyi tanıdığımız bir kargaşaya dönüşmesi gerçeği var. Bu da The Worst Person in the World’ü bir hayli yaralıyor. İlk “ciddi” ilişkisinin sonlanmasının ardından Trier’le Vogt’un kalemi çılgınca tembelleşiyor hatta.
Bir taraftan objektif kalmakta zorlanıyorum çünkü hislerimi bir yere koymakta, bir cümleye bağlamakta güçlük çekiyorum esasen. Hissettiklerimden ziyade ne hissetmediğime daha hakimim bile denilebilir. Ben hiç Julie olmadım hayatımda. Hiç onun gibi kaybolmadım. Özgürce uçamazken bile birkaç adım sonrasında hayatımla ne yapacağıma dair bir fikrim vardı. Gidiş yolum değişti belki, ama varacağım noktayla ilgili yanılmadım. Belki 31 yaşında uykularımı kaçıran, hayatımın en büyük varoluşsal krizini yaşarken böyle bir başarıdan bahsetmek saçmadır, bilinmez. Ama Julie’lerden hep çekindim, kaçtım. Birinin kendini bulma öyküsünde yardımcı karakter olmayı hiçbir zaman istemedim. Sırf bu yüzden uzak durdum kimisinden. Hayatı çözememesini geçtim, çözmeye de niyeti olmayandan ürktüm. Bu sene kurduğum bağlar dahilinde, hadi bir de bunu dene diye Julie ve Julie gibilere sarılmanın ceremesini çekiyorum belki de şimdi. Hata diyorum. The Worst Person in the World’e de bu yüzden herkes gibi sarılamıyor bile olabilirim, kim bilir.
Ancak şunu da belirtmem gerek, filmle kurduğum ilişkinin son kararıma tesir etmediği kesin. Kadın hareketiyle kol kola aksiyon alan LGBTİ+ dayanışmasının önemli bir parçası bizi içine konduğumuz, toplumun atadığı görevlere göre tanımlayanlara karşı koymaktan geçiyor. Dolayısıyla kızgınlığım, dargınlığım bu meselede filmin sınıfta kaldığı noktalara. Bununla birlikte finalde de elinin epey zayıf kaldığını, aceleye gelmiş bir fikirle kapanış yapıldığını düşünüyorum. Trier içeriden bakmayı, kendine en yakın karakterin vefatından sonra bütünüyle kestiğinden her cümle cılızlaşıyor. Ama Renate Reinsve çiçek gibi oynamış. Ama otuzların acısı ekrandan taşıyor. Ama o umutsuz bekleyiş pek manidar. Ama ama ama…