Eleştiri
Being the Ricardos
Amerika’daki komedi sahnesiyle yakından ilgilenenlerin, ellili yıllarda yaşamış olsun olmasın, bilhassa günümüzün mizaha gönül vermiş kadınları sayesinde aşina olduğu isimlerden biri Lucille Ball ve dillere destan dizisi I Love Lucy. Molly’s Game, The Trial of the Chicago 7 derken yönetmen koltuğunda oturmaya iyiden iyiye alışan Aaron Sorkin’in Lucy biyografisi yazdığı ve Cate Blanchett’le çekimlere hazırlandığı da geçtiğimiz yılların en çok konuşulan meselelerindendi. Ama artık araya ne girdiyse girdi, bu rol bir şekilde el değiştirdi ve Amazon bünyesinde izleyiciyle buluşan Being the Ricardos‘ta sıklıkla adını duyduğumuz bu efsaneyi, Nicole Kidman’ın canlandırmasıyla daha yakından tanıma fırsatına eriştik. Sorkin, daha evvel kaleme aldığı Steve Jobs biyografisinde olduğu gibi filmini içerik anlamında geniş bir zamana yaysa da tek bir alana odaklanıyor bu defa. Dönemin en çok dinlenen radyo programlarından birinde Lucille Ball’un komünist olduğunun ima edilmesi ve Hollywood’un J. Edgar Hoover zamanında bu konuda geliştirdiği hassasiyetin Ball üzerindeki olası yıkıcı etkilerinin önünü almak için yapılanları izliyoruz. Hem ekrandaki, hem de özel hayatındaki partneri Desi Arnaz’ın bu sırada Ball’un hayatında oynadığı rolle, bu sonu tatsız bitse de hep birbirlerini kolladıkları beraberlik, anlatının önemli parçalarından birini oluşturuyor elbette. Sorkin, tanıştıkları bugünden yana kimi kurgusal, kimi kulaktan dolma eski Hollywood ışıltısını taşıyan detaylarla iyice donatıp Lucille ile Desi’nin birlikteliğini daha iyi kavramamız için elinden geleni yapıyor hatta.
Öncelikle şunu aradan çıkarmak gerek; Aaron Sorkin ellili yılların endüstrisini bugünün gözünden, endüstrinin kadınlar üzerindeki varlığını hâlâ sürdüren gerçek dışı beklentilerine parmak barak ve kendi beğenilerine göre anlatmayı tercih etmiş. Dolayısıyla tarihsel gerçeklik anlamında bir arayışı olanlar Ball hakkındaki konuya hâkim belgesellerde aradıkları yanıt bulabilirler. Sorkin’in öznel fikirlerinden bir hayli nemalanan filmi, George Cukor yapımı Gaslight’ın ismi henüz fiilleştirilmemişken bunu kullanacak kadar öngörülü, Desi’nin gördüğü ırkçı muamele karşısında Lucille Ball’un stüdyo devlerine karşı dimdik durduğunu söyleyecek kadar hayalperest, filmin geçtiği yıllarda henüz ününün zirvesine ulaşmamış Judy Holliday’in adını kirletmeye kalkışacak kadar takıntılı ve geçmişle bugün arasında bir köprü kuramayacak kadar da sığ. Çünkü Being the Ricardos, başrolü teslim alan oyuncunun seçimleri sayesinde âşık olduğu sanatçısını karikatürleştirmekten uzak dursa, geleneksel biyografilerin storyboard kokan şablon yaşanmışlıklarına mahal vermese de Sorkin senaryolarının temelindeki probleme sahip: Lucille Ball, Aaron Sorkin gibi yaşıyor, düşünüyor ve konuşuyor.
Ana karakterlerini alter ego koleksiyonunun nadide parçalarına dönüştürmekten hiç çekinmeyen Sorkin, bu sefer bildiğimiz Sorkinizm’lerin üzerinde emanet gibi durduğu bir figürle buna kalkışınca tabii ki de sonuç felaket olmuş. Ricardos ekran kimyası tarih kitaplarına girmiş bir çiftin perde arkasındaki dinamiklerini incelerken o kontrasttan yararlanmayı dahi başaramıyor. Gerçekten de yaşamış, nefes almış, televizyon tarihine yön vermiş karakterler arasında organik bir bağ olmadığı gibi, bu karakterleri çevreleyen habitatın bir inandırıcılığı da mevcut değil. Dev tiyatro sahnesinde herkes üzerine düşeni yapmaya niyetli olsa da Sorkin’in kamerası bu insanların birbirleriyle paslaşmasına ve bulundukları setin yaratacağı aldatmacayı kullanmalarına izin vermiyor. Bozulmasın diye arkada duran bir dekorda, ezberledikleri cümleleri sarf edermiş gibi hissettiren koca koca insanların oynadığı bir merasim olarak özetlenebilir Being the Ricardos. Acilen yıkılması gereken Sorkin tiyatrosunun da en yeni kültür soygunu hatta.