Eleştiri
The Humans
Tiyatro oyunlarının beyazperdeye uyarlanmasında metne dokunulmaması ve sahneden perdeye çeviriyi gerçekleştirmeyip ham hâliyle bırakılmasından pek hoşnut olmadığım için her daim mesafeli yaklaşıyorum böyle adaptasyonlara. Yolculuğuna 2015’te Off-Broadway sahnelenerek başlayan, 2016’da Broadway’e transfer olan, Pulitzer finalistleri arasına girmiş ve dört dalda Tony ödüllü The Humans’ın başına da benzer bir önyargıyla oturduğumu söyleyerek gireyim söze. Ancak bu adaptasyonlardan bildiğimiz üzere, tekst bizzat sahibi tarafından filme dönüştürüldüğü için (bkz. Florian Zeller – The Father örneği) hâkimiyetin oyun değil direkt metin yoluyla sağlanması bütün ritmi değiştiriyor. The Humans da aynı başarıyı muhteva etmekte. Hem yönetmen koltuğunda oturarak, hem de uyarlamanın senaryo ayağında kalemini kullanarak, Stephen Karam köşe bucak tanıdığı eserini kimselere teslim etmeden her işi tek başına halletmiş. Dış kabuğunda, partneriyle New York’ta yeni bir eve taşınan bir kadının ailesiyle birlikte bu boş dairede Şükran Günü yemeği için buluşması olarak özetlenebilecek yapım, bu sebeplerden hem sahneye hem de perdeye ait olmanın üstesinden geliyor. Her iki kanattaki seyircisini de gücendirmeden, hayal kırıklığına uğramalarına da asla sebep olmadan…
The Humans toplumsal travmaların jenerasyonlar üzerindeki etkisiyle ilgili çok başarılı bir egzersiz özünde. 11 Eylül ertesi yıkıma uğrayan Amerikan ekonomisinden nasibini almış bir ailenin geliştirdiği, kimi içgüdüsel kimi istemsiz bir takım savunma ve hayatta kalma mekanizmalarını tek bir yemekte incelemeye alıyor. Büyük dönüm noktalarına ev sahipliği yapmasa da her karakterine ait bir sırrın, yaşanmışlığın bıraktığı izi göstererek ilerliyor kendi nizamı içerisinde. Bu tek başına bir karakter olmayı hak eden, kendi sesine sahip, yaşayan dev bir mikroorganizma edasındaki daire de eşlik ve şahitlik ediyor anlatıldıkça açılan hikâyeye. Bir taraftan o – neredeyse – çekirdek aile içerisinde Amerika’nın dünü, bugünü ve geleceği hakkında da bir söylem yaratma motivasyonu mevcut. Evin hep bir köşesine itilen büyükanne pratikteki geçerliliğini kaybetmiş gelenekleri, ama bir türlü koparılıp atılamayan hasta bir coğrafyayı temsil ediyor. Hayatının son çeyreğini huzur haricindeki her şeye teslim eden baba ve yolunu kaybetmiş bu adamı takip etmek zorunda kalan eşi koşullar değiştikçe sınıfsal mücadeleyle de tanışan nesil olarak işlev görüyor. Çocukların durumu ise bambaşka. Bir yabancıyla, yabancıların ağırlıkta olduğu bir mahalleye taşınan Brigid ve mutluluğunu geri alacağına inanmayan Aimee kendileri için yarattıkları koşullarla bambaşka dert kapılarında nöbetçilik yapıyor.
The Humans’ı tüm bu kolay çözümlenebilir formülünün içerisinde özel kılanların kaynağı Karam’ın topluma mal olmuş bir huzursuzluğu evinin duvarlarına gizlemiş, karakterlerin sırtına yüklemiş olması gelmekte hiç şüphesiz. Adı konmayan, yüksek sesle dile getirilmeyen sarsıntının izi her yerde. Fakat bu ailenin kendi içerisindeki özel meseleleri gibi bunlar da ötelenerek yalnızca insan doğasına mahsus, kanayan yaradan koşarak uzaklaşma eyleminin esiri oluyor. Film boyunca konuşulmadığının farkında olduğumuz sıkıntılar tansiyonu giderek gerginleştirirken Karam da sadece daireyi değil, bütün binanın çıkardığı sesleri dinleterek, aldığı hasarları göstererek yorgun düşmüş ülkesi için yas tutuyor. Bir çözümü de yok üstelik. Klostrofobik mekanı bölen ve olduğundan büyük çerçeveleyen final görüntüsü de bunu kanıtlar nitelikte. Bir taşınma, yeni sayfa açma girişimin ardında yalnızca çaresizliğin kırıntıları var.
İki dekat devirmiş bir yaşanmışlığı zamansızlaştırıp mikro mercekten gözlemlerken dört başı mamur performansların desteğini kullanıyor tabii ki Stephen Karam. Jayne Houdyshell’in ona sahne versiyonunda da Tony getiren roldeki yetkinliği inanılmaz. Amy Schumer’ın komedi haricinde varlık gösterebileceğine inancımızı tazeleyen oyunculuğu da bir o kadar hayranlık yaratıcı. Ama sanıyorum ki herkes için filmin esas rol çalan ismi, ekonomik bir seviyede geliştirdiği oyunuyla Richard Jenkins. Son dönemdeki tercihleriyle taban tabana zıt yaratımı, filmin hem temelini oluşturan hem de aile kurumunun yıkılmasında başrolü üstlenen karakteri daha da değerli kılıyor. Final çizgisine vardığınızda bütün filmi yaş, sınıf, cinsiyet, yönelim ve politik düzlemde farklılıklar yaşamanız mümkün bu adamın perspektifinden izlediğinize dair farkındalık, Karam’ın ustaca kalemine ihanet etmeyen Jenkins’le ilgili beğenimizin altını iyice dolduruyor.
Umutsuzluğu daha evvel keşfe çıkılmamış bir rotadan sağıyor olması ve tekrara gitmek olacak belki ama, buram buram sahne kokan bir hikâyeyi doğru bir yoldan dönüştürebilmesiyle pek kıymetli kısacası The Humans. Yeni anılar biriktirilecek bir alana ayak basarken tanıştığımız belirsizlik hissine dair öfkesi ve korkusuyla da, New York’a sıkışmış gibi gözükmesine rağmen alabildiğine evrensel.