Eleştiri
The Matrix Resurrections
Sinemaya sevdalanışımda Titanic’i salonda izlememin, Cine5’in eve girmesiyle birlikte Music from Another Room’la çarpılmamın ne kadar etkisi varsa, ilk olarak nasıl ve nerede tükettiğimi hatırlamıyor olmama rağmen VCD’si çizilmekten parçalanana değin izlemeye devam ettiğim The Matrix’in de payı büyük. Wachowski Kardeşler’in taşyapıt niteliğindeki ilk filmi, trans kimlikleriyle açılmalarının ardından zamanla bambaşka bir okumaya da izin veren, hakikatli bir madene evrildi. Serinin devamı niteliğindeki diğer yapımlarda aradığım(ız) tat bulunmasa da milenyum itibarıyla beyazperdeyi tarifi mümkün olmayan bir reformla buluşturdu dâhi yönetmenler. Şimdi de, ilk maceranın tam 22 sene ardından, Lana’nın tek başına önderlik ettiği The Matrix Resurrections ile yeni bir maceraya atılıyoruz hep birlikte. Sanal mı gerçek mi, seçilmiş kişi mi yoksa alelade biri mi, salt iyilik mi saf kötülük mü sorgusalından uzaklarda bambaşka bir sorunun cevabını arayarak üstelik: The Matrix fenomeni fanlara mı servis etmeli mi, yoksa hiçbir zaman fanların memnuniyeti umursanmadığından projenin arkasındaki vizyonerlerin insafına mı bırakmalı? Üstelik bu sefer sualini perde arkasında bitirip çıkılmamış huzurumuza. Dev stüdyo sistemi, sinemadan ayrı iş kollarına sıçrayan Matrix “virüsü” ve ne istediği konusunda haddinden fazla söz sahibi, hatta neredeyse küstah seyircinin farkındalığıyla, her şeyi gözümüze soka soka bir oyun oynuyor Lana Wachowksi. Yine bolca soru, bolca cevap ve aralarında bulunmayan bir korelasyonla bittabi.
The Matrix’in ikili evrenleri reddeden kimliği üstüne bu kadar çok şey okumuş, filmi farklı perspektiflerden pek çok kez tüketmiş olmamıza rağmen bir geriye dönüş beklememiz ve kendi yarattığı kurallara uyum göstermesini istememiz büyük bir delilikmiş, bunu The Matrix Resurrections’ı izledikten sonra daha iyi anladım. Eğer ortada bir felsefe varsa – ki bu felsefe de sayılı seçenekten oluşan her şeyin varlığını reddetmek gibi oldukça temel ve basit bir cümleden ibaret aslında – uzunca bir süredir uykuda olan franchise’ın dördüncü ayağı buradan türetilmiş bir üretme ihtiyacından besleniyor. İnşa ettikleri mirasın bir hayli farkında oldukları için bunu sakınmak yerine ne varsa ortaya dökerek, geçmişle bağını yalnızca flashbackler dahilinde kuran ve böyle altını çizen bir öykü anlatmayı tercih etmiş bu defa Lana. Ve manevi tarafını güçlü tuttuğu, ilk üçlemenin (çünkü sanıyorum Resurrections yeni bir üçlemenin startı görevini görecek) nihayetinde yaratan ile yaratılanın ilişkisinde çözümü bulan bir yere eğildiği seri bütünüyle aşkın ve hasretin esiri olmuş.
Her anlamda bugüne ait olmaya çok özen gösteren bir film var karşımızda. Bende de demlendikçe kıymetlenen The Matrix Resurrections, yeni karakterleriyle, bilgisayar eli değmişten çok basit bir filtreye maruz kalmış gibi hissettiren görsel tercihleriyle ve Neo’yla Trinity’nin de zamana yenilebileceğinin altını çizen bir takım “ölümlü” özellikleriyle, araya giren 20 yılı görmezden gelmiyor asla. Tabii tüm bunlar benim seyir deneyimimi iyileştirmek adına yeterli geldi diyemiyorum. Büsbütün geçmişe yüzünü dönmesine ihtiyaç duymasam da, meta bir mevcudiyeti içine dönerek yaratmak ve bu konuda yüzde yüz açık olmak Resurrections’ı iyi bir film kılmak için yeterli gelmemiş. Yeni eklediği karakterlerin dublörlükle kartonluk arasında gelgitli hâlleri ve öndeyişe ayırdığı sürenin uzunluğu beyaz bayrağı çekmem için yeterli oldu. Ancak seyir zevkimden bağımsız bir takdirle ayrılmayı başardım Matrix’in başından. Her şeye ve herkese rağmen kendi bildiğini okumak, hele ki ikili düzende cesaret isteyen bir hareket. The Matrix Resurrections da yalnızca bu damara oynamış. Bu konuyu da kendi standartını yaratarak, aslında yeni bir ikiliğe kucak açmak gibi yorumlamak mümkün. Fakat ellerindeki olası devam filmi yapma lüksü, yepyeni gerçeklikler ve başka hikâye tekniklerini deneme ihtimalleriyle “şimdilik” bu olumsuz yaklaşıma engel teşkil ediyor.